[21-23 Temmuz 2020] Peki, zamanının İtalyan Rönesans hükümdarlarını andıran boyutlarıyla II. Mehmed’i koyalım bir kenara. Asıl Osmanlı İmparatorluğu’na dönelim. Neresindeyiz, “ne kadar moderndi” tartışmasının?
Oral Çalışlar’ın 29 Mayıs’taki yazısının başlığında ve ilk paragrafında yer alan iddiayı eleştirmek için yola çıktım. Osmanlı ekonomisi ve toplumunu anlatayım derken, toprak rejimini farklı yorumlara girmeksizin betimlemenin zorluğuyla yüz yüze geldim. Üzerinde herkesin anlaştığı tek bir tarif ve tasvir varmış gibi yapıp, kendi seçtiğim terimleri tarafsızmışçasına sunmak istemedim. Bütün teorik arkaplanı belirteyim ve kendi görüşümü de bu çerçeveye oturtayım dedim. Bu yüzden hayli geniş bir historiyografik parantez açtım. 1960’lar ve 70’lerin “emperyalizm, azgelişmişlik, üretim tarzı” tartışmalarını elimden geldiğince (tabii kendi açımdan) özetledim.
Şimdi kapatıyorum, kapattım o parantezi. Fakat sonuçta, sosyo-ekonomik ve politik bir formasyon, bir teşekkül olarak Osmanlının yeri neresi dünya tarihinde? Hemen şuna dikkat çekmek istiyorum: 40-50 yıl öncesinden aktardığım bütün düşünce tarihi süreçlerinde, Osmanlının modern – gerçekten modern, moderniteye ait olduğunu herkesin kabul ettiği – devlet ve imparatorluklarla karşılaştırılması bir kere dahi gündeme gelmedi. Osmanlı ve Britanya İmparatorluğu? Osmanlı ve Fransız, Alman, İtalyan kolonyalizmleri? Yok böyle bir şey. Bu tür sorular kimsenin aklına gelmiyor bile.
Öyleyse ne var? Sadece (Avrupa Ortaçağı anlamında) feodal mi değil mi, ya da FÜT mü AÜT mü çizgisinde gidip gelen mukayeseler. Bu da başlı başına anlamlı. Çünkü dönüp dolaşıp, Osmanlıyı diğer tarım ve köylü toplumlarıyla; timar sistemini de İlkçağ ve Ortaçağ tarihinde görülen diğer fiyef sistemleriyle, fiyefe dayalı devletlerde gözlenen çeşitli iktidar konfigürasyonlarıyla karşılaştırmış oluyoruz.
* * *
Adım adım gidelim, taş üstüne taş koyarak binayı kat kat çıkalım bu noktadan. İlk söylenecek şey: evet, Osmanlı (da) öncelikle pre-modern bir tarım ekonomisi ve köylü toplumuydu. Nüfusun belki yüzde 90’ı kırsal alanda, köylerde yaşıyor ve toprağı geleneksel teknolojiyle, bir çift öküz, karasaban ve sair el âletleriyle ekip biçiyordu. Başka bir deyişle, organik enerji (hayvan ve insan gücü) hâkimdi. Temel üretim ve yeniden-üretim birimi, küçük köylü çiftiydi. Köylünün artı-ürünü hâkim sınıflara esas olarak aynî vergi (ürün-rant) biçiminde intikal ediyor; bir uçta emek-rant (angaryalar) ve diğer uçta para-rant (nakdî resimler ve cezalar) talî rol oynuyordu.
Bununla beraber, Osmanlı ekonomisinde hiç para yok değildi. Vardı ve Avrupa’nın Erken Ortaçağına kıyasla daha bol miktarda vardı. Bir kere, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu Karanlık Çağları hiç aynı şekilde yaşamamış; Batı Roma’nın çöküşü para ekonomisinin de toptan çöküşü anlamına gelmemişti. İkincisi, gerek Bizans’ın, gerek Sasanîlerin, gerekse sonradan yükselen İslâm Halifeliği ile Türk-İslâm devletlerinin şemsiyesi altında, görece gelişmiş bir kır-kent işbölümünün ürünü olan çok sayıda şehir ve kasaba, yerel ve bölgesel ticaret örüntüleri içinde gerek kendi tarımsal hinterlandlarıyla, gerekse birbiriyle alışverişi sürdürüyordu.
Üçüncüsü, önemli bir faktör de eski dünyanın en büyük ticaret arterlerinin varlığıydı. Yukarıdaki harita, 1483 yılında söz konusu ticaret güzergâhlarının durumunu ve Avrupa’da kentleşme üzerine etkilerini resmediyor. Sağdan sola doğru giderseniz görebileceğiniz gibi, İpek Yolu ve Baharat Yolu Asya’yı enlemesine geçtikten sonra gelip Doğu Akdeniz limanlarına dayanıyor; getirdikleri “yükte hafif, pahada ağır” lüks emtia Kahire ve İskenderiye, Halep ve Lazkiye, Bursa ve İstanbul’dan İtalya tüccarınca alınıp öncelikle (iki kalın siyah çizgi halinde) Venedik ve Cenova’ya oradan bütün Avrupa’ya taşınıyor ve dağılıyordu. Esasen bu ticarettir ki İtalya’nın kuzeyinde gözlenen kentleşme yoğunluğunu besliyor ve Rönesans sanatının talep tarafını meydana getiriyordu.
Madalyonun diğer yüzünde, söz konusu İtalyan deniz devletlerinin madenî paraları (sikkeleri) — ve hattâ giderek diğer bazı Avrupa ülkelerinin paraları — bütün Orta Doğu’da, zamanla Osmanlı diyarlarında, Anadolu ve ötesinde, o zamanki adıyla Diyar-ı Rum’da (Selçuklu, Beylik ve Osmanlı sikkelerinin yanı sıra) serbest dolaşıma girmekteydi. Bu ticaretin kârlarından devletin — çeşitli gümrük, liman, iskele ve/ya transit vergileri yoluyla — çekip kendine aktardığı bölüm, Bizans için de, onun yerini alıp boşluğunu dolduran Osmanlı için de en önemli nakit kaynağıydı. 15.-17. yüzyılların bitmek bilmez Osmanlı-Venedik rekabeti de büyük ölçüde bu nakit kaynağının paylaşımı ve yeniden-paylaşımı etrafında dönüyordu. Örneğin II. Mehmed’in 1453’te Konstantinopolis’i aldıktan sonra Ege adaları ve Yunan kıyılarına açtığı diğer seferler, Venedik deniz imparatorluğunu buralardaki sahil kale ve karakollarından söküp atmayı amaçlıyordu.
* * *
Özetlersek, konumuz açısından 15. ve 16. yüzyıl Osmanlı ekonomisi başlıca iki unsurdan oluşmaktaydı: görece az parasallaşmış (less monetized) bir tarım sektörü ile görece çok parasallaşmış (more monetized) bir kent, zanaat ve ticaret sektörü. (Şimdi kritik bir adım atacağız, ki bence bu pedagojik açıdan da çok faydalıdır, zira nesiller boyu Osmanlı devlet kurumlarını kuru kuru ezberlemek zorunda bırakılmış öğrencilere, söz konusu kurumları (a) maddî kaynakları ve işlevleri açısından, (b) ekonomiyle ve birbirleriyle ilişkileri içinde, yani sonuçta anlayarak öğrenme imkânı sunar.) Ekonominin bu iki ana sektörüne, devlet ve ordu teşkilâtının iki ana sektörü karşılık geliyordu. Kritik cümle budur. En saf şekliyle Ortaçağ (veya Erken Ortaçağ) devletleri, çoğu zaman sırf fiyefe (timara) dayalıydı. Buna karşılık Modern devlet fiyef dağıtmayı (Feodalizmi?!) Ortaçağın sonları ile Yeniçağın şafağında terketmeye başladı ve hele Sanayi Devriminden sonra, 19. yüzyılda tamamen paraya (likiditeye) dayalı hale geldi.
Osmanlı ise her bakımdan hibrid (melez) bir karaktere sahipti. Mekân açısından, hem Doğu hem Batı, hem Asya hem Avrupa’ydı. Zaman açısından, Geç Ortaçağı, Yeniçağın tamamını ve Yakınçağın ilk yüzyılını kapsıyordu. Kurumsal bileşimine gelince, hem (1) kısmen fiyefe, hem (2) kısmen paraya dayalı bir devletti. (1) Milyonlarca çift-hane birimini kapsayan geleneksel (az parasallaşmış) tarım sektörü, timar sistemi içinde kuşatılıp kucaklanıyor; köylünün küçük küçük artı-ürün miktarları bu yolla sipahilere ve irili ufaklı beylere akıyor; sipahiler ve cebelüleri bir arada, 16. yüzyılın ikinci yarısında 70-80 bin kişiyi bulan bir “topraklı” hafif süvari ordusu bu şekilde oluşuyordu. Öte yandan (2) sultan her türlü nakit veya olası nakit kaynağı, kolayca nakde çevrilebilir bütün gelirler üzerinde kıskanç bir tekel uyguluyor; bunları timara vermeyip kendisine alıkoyuyor; bu sayede hazineye akan her şey devletin paraya dayalı ikinci ayağını finanse etmek için kullanılıyordu. Bunun da farklı yüzyıllar için Ömer Lütfi Barkan ve Yavuz Cezar’ın yaptığı hesaplara göre yüzde 70 kadarı (yeniçeriler, süvariler ve topçular dahil) maaşlı hassa ordusuna, yüzde 30 kadarı ise (içinde yaşayanları ve koruyucu teşkilâtları dahil 5-6 bin kişiyi, belki daha fazlasını kapsayan) Topkapı Sarayı’na gitmekteydi.
Yukarıda kasıtlı olarak maaşlı hassa ordusu dedim; ders kitaplarımızın alışılmış kapıkulu deyimini tekrar etmedim. Kulluk hukukî bir statü. Bir tür kölelik; sadece İslâm devletlerinde görülen ve gulâm adıyla da bilinen askerî köleliğin ve buna dayalı köle ordularının Osmanlı İmparatorluğu’ndaki devamı. Bunun da bir işlevi var kuşkusuz. Köksüz, içine doğduğu çevreden tamamen kopmuş (natally deracinated), dolayısıyla topluma yabancı ve topluma karşı kullanılabilir bir güç yaratmayı amaçlıyor. Bu da önemli ama burada incelediğimiz mesele açısından maaşlı bir muhafız ordusu olması, çok temel bir anlamda sultanın kendi hazinesinden beslenen kişisel askerî gücü olması çok daha önemli. Nitekim bu, Avrupa’da bir ilk. Ders kitaplarımız alışılmış klişeleri tekrarlarken bu canalıcı noktayı belirtmiyor ama, söz konusu hassa ordusu Avrupa coğrafyasında kurulan ilk daimî orduyu ve özellikle yeniçeriler ilk daimî, profesyonel piyade ordusunu ifade ediyor. Timarlı sipahiler ilkbaharda toplanıp sefere katılır, yaz sonunda köylerine dönüp hasat zamanı köylülerden vergilerini toplamak için sabırsızlanırken, yeniçerilerin kışlalarında yaşayıp eğitim görmesini maaşlı olmaları mümkün kılıyor.
* * *
Bu analiz, Batıdan bakıldığında Şark despotizmi (Hegel) veya Asya Üretim Tarzı (Marx) gibi özcü kalıplara konu olan, Avrupa Ortaçağıyla yanyana konduğunda görece merkeziyetçi, görece bürokratik iktidar konfigürasyonun sırrını da gözler önüne sermekte. Osmanlı ekonomisinin parasallaşma düzeyi, bütünüyle paraya (likiditeye) dayalı bir devlete olanak vermiyor. O kadar değil. Ama devletin (timar sisteminin yanı sıra) bir de paraya dayalı bir boyut peydahlamasına, maaşlı bir hassa ordusu edinmesine olanak veriyor. Dahası, bütün bunlar 15. ve 16. yüzyıllarda cereyan ettiğinden, hassa ordusunun önemli kesimlerini (yeniçerilerin belki yarısını, topçu ocağının tabii tamamını) ateşli silâhlarla donatmak da mümkün oluyor.
Nihayet, zamanına göre çok disiplinli, çok kaliteli bu vurucu güç tamamen sultanın elinde. (Tipik olarak, yeniçeri ağası prensipte veziriazama dahi değil, sadece sultana bağlı. Divan üyesi değil, ama sanki sultanın gölgesi gibi orada oturuyor.) Başka bir deyişle, salt maddî ve teknik açıdan bakıldığında dahi, Osmanlı padişahının elinde çok büyük bir sopa, ağır bir balyoz var. Bu, onu bütün diğer timar sahiplerinin ve irili ufaklı beylerin çelik çomağı karşısında çok üstün kılıyor. Öyle bir üstünlük ki, kısa zamanda maddî alandan manevî alana da taşıyor; ideolojileşiyor; Max Weber ve Ernest Gellner terimleriyle konuşacak olursak, “cebir” (coercion) ile “ikna”yı (persuasion) birleştirmeyi başarıyor. Kimsenin İstanbul’a, Saraya meydan okumayı aklından geçiremediği bir ortam doğuyor. Sultan bu sayede, timar sistemine kendi “üstün hakları”nı (Lat. dominium eminens, İng. eminent domain, royal eminent rights) koruyan kurallar getirip özelleştirme ve ırsîleştirme potansiyelini uzun süre baskı altına alabiliyor. Sonuç, Erken Ortaçağın “görece zayıf kral, güçlü fiyef sahipleri” mevzilenişi değil, “görece güçlü sultan, zayıf fiyef sahipleri” mevzilenişi. Taşrada, çeperde tek tük türeyen isyanlar başarılı olamıyor; gelip merkezi ele geçiremiyor. Hiç hanedan değişikliği olmuyor. Osmanlı İmparatorluğu tarihteki en uzun süreli imparatorluk değil. Ancak hanedan 600 küsur yıl boyunca hep aynı Osmanlı hanedanı olarak kalıyor.
Fakat tekrar edeyim; bunun “üretim tarzı”yla pek bir ilgisi yok. Üretim tarzı hep aynı: bağımlı köylülerin küçük üretimi. Esasen bu yüzden, bir kısım tarihçi giderek FÜT/AÜT gibi ikilemleri bırakıp “haraçgüzâr devlet ve imparatorluklar” (tributary states and empires) genellemesine meylediyor. Bu ortak zemin üzerinde farkları daha çok siyasî-askerî süreçler ve güç dağılımları yaratıyor.
* * *
Bunların hepsini birlikte düşündüğümüzde, 15. yüzyıl ortalarında, 1453 fethi sırasında Osmanlı ne kadar moderndi? Pek değil doğrusu. Geleneksel tarım ekonomisi ve köylü toplumu yapısı itibariyle, hiç değil demek lâzım. Fakat dış ticaretin vergilendirilmesinden sağlanan nakit gelir, kısmen ateşli silâhlarla donatılmış bir kraliyet muhafız ordusunu (royal guards army) besliyor. Bu da bir dönem, İran’da Safeviler ve Hindistan’da Mughallar (Babürlüler) gibi Osmanlıları da komşuları (özellikle Balkanlar ve Orta Avrupa’daki komşu ve rakipleri) karşısında avantajlı kılıyor. Neyle farkedilirsiniz? Yıllar önce “Beymen’le farkedilirsiniz” diye bir reklam vardı. Timarlı sipahilerin benzeri herkeste var. Asıl o maaşlı hassa ordusunun, yeniçerilerin ve topçu ocağının (bir süre) benzeri yok. Onun için Osmanlı 15. ve 16. yüzyıllarda işte o yeniçerileri, kuşatma topçusu ve sahra topçusuyla farkediliyor.
Bu yüzdendir ki Marshall Hodgson ve onu izleyerek William H. McNeill, özel bir terim buluyor Osmanlılar, Safeviler ve Babürlüler için. “Barut imparatorlukları” (gunpowder empires) diyorlar. Modern imparatorluklar demiyorlar; barut imparatorlukları diyorlar. Bu da iki ekstrem arasında, Modernite Öncesi ile Modernite arasında bir deyim. Düşünülmüş bir anlamı var. Geleneksel köylü ekonomileri ve toplumlarının üzerine, herhangi bir kapitalistleşme henüz görülmeksizin, birinci nesil diyebileceğimiz (hayli yavaş ve hantal) ateşli silâhların bir şekilde yamanmasını ve Modernite Öncesi bir tarzda kullanılmasını anlatıyor.
Bağlarsak… Oral Çalışlar’a Osmanlı için “modern bir imparatorluktu” dedirten görüntü bu işte. Barut, evet, Ortaçağda olmayan bir teknoloji. Bu dizinin en başında da söyledim, kabul ettim: şatoları ve şehir surlarını yıkmaya yarıyor. Ama kendi başına modernitenin gerekli ve yeterli şartı mı? Şüpheli. Nitekim pratikte de ortaya çıkıyor öyle olmadığı. Osmanlının sırf fiyefe dayalı ve “barutsuz” devletler (Sırplar, Bulgarlar, Bizans, Akkoyunlular, 1526’da Macarlar) karşısındaki “barut imparatorluğu” üstünlüğü 16. yüzyılın ikinci yarısında sona eriyor. Çünkü Askerî Devrim dediğimiz olay çıkageliyor. Kapitalizmin başlangıçlarının, Amerika’dan altın ve gümüş akınıyla beslenip hızlandığı Avrupa ülkeleri, parasal olanakları genişleyince yeniçerilerden çok daha büyük ve etkili piyade orduları eğitip savaş meydanlarına sürmeye başlıyor.
Bu piyadelerin kombine ateş gücü ve manevra kabiliyeti ile Osmanlının baş edemediği, ilk 1596’daki Haçova (Mezökeresztes) muharebesinde gözler önüne seriliyor. Siper kazıp mevzilenmiş Avusturya topçusu ve tüfekçilerinin yeni ateş disiplini karşısında Osmanlı iki gün bozguna uğrayıp, üçüncü gün ancak can havliyle, Avusturya askerinin yağmaya dalmasını fırsat bilen umutsuz bir karşı-taarruzla durumu kurtarabiliyor. Ama sadece o gün için kurtarabiliyor. 1453’ten 140 küsur yıl sonra, bir “barut imparatorluğu” ile asıl modern imparatorlukların yükselişi arasındaki fark, orada ortaya çıkıyor.