2. Mahmut’tan bu yana, Osmanlı/Türkiye bir modernleşme serüveni yaşıyor. Avrupa’daki reformları ve değişimi örnek alan bu süreç, Batı’da da sempatiyle karşılanmıştır. Bu değişim, yukarıdan aşağıya, otoriter bir yöntemle yürüdü. Bu “halka rağmen halk için” diye kendisini tarif eden bir Jakobenlik tercihiydi.
“Muhafazakar”lar ve “liberal”lerin büyük bir kısmı, bu yola karşı çıktı ve çıkmaya da devam ediyor. Onlar “toplumların değişimi kendi ritmi içinde gerçekleşir” tezini savunuyorlar. Aksinin zorlamalara, toplumsal acılara ve yıkımlara yol açabileceğini düşünüyorlar. En acı örnekler Sovyetler Birliği ve Çin gibi ülkelerde yaşandı. “Büyük ve hızlı değişim” uğruna milyonlarca insan hayatını kaybetti, üretim düzeni bozuldu, yoksulluk ve açlık tehlikesi gündeme geldi.
Afrika'daki diktatörler
Sosyalist ülkelerde, Afrika’nın yoksul coğrafyasında, ulus devletin oluşumu sürecinde otoriter yollara başvuran diktatörlükler kuruldu. Bu diktatörlüklerin asıl sebebinin Batılı emperyalistler olduğu fikri, entelektüel dünyada büyük oranda kabul görmüştür.
Tabii, meselenin bu kadar basit olmadığını, şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Emperyalistlerin eskisi kadar etkili olmadıkları ülkelerde de iç kargaşalıkların genellikle, “bir diktatörün egemen olmasıyla” sona erdiğini görebiliyoruz. Bunlardan bazıları Zimbabve’deki Robert Mugabe örneğinde olduğu gibi onlarca yıl da yaşayabiliyor.
Diktatörlüklerin ne büyük hak ihlallerine, vahşete neden olabildiğini Afrika halkları yaşayarak gördüler. Öte yandan bu yönetimlerin bazıları bir modernleşme çizgisi de tutturarak, statükonun sağlanmasında rol oynadıkları iddia edilebilir. Ama nereye kadar?
Siad Barre adlı bir askeri diktatör, tam 22 yıl Somali’yi zorbalıkla yönetti. Sonunda bir ayaklanma ile devrilip ülkesinden kaçtı. O günden sonra Somali eskisinden büyük bir felaketin içine yuvarlandı. 2011’de ziyaret ettiğim Somali’nin başkenti Mogadişu dünyada görüp görebileceğim en korkunç yerdi. Açlık, sefalet, ölüm her şey bir korku dünyasının parçası haline gelmişti.
Bizdeki modernleşme