Ankara’ya ilkyazın geldiğini, Sakarya’da meyhaneler masaları dışarı çıkarıp üzerine sardunyaları, kül tablalarını sıraladığında anlardık bir zamanlar. “Mevsim-i kerâhet geldi” derdi bazımız. Bahçe rakısı zamanı: Bir küçücük bahçecik, içi dolu turşucuk…
Adını Kızılay’da nâmına göre kısa kalan caddesinden alır ama artık doğru dürüst meydanı kalmayan başkentte meydan olarak da anılır. Bana kalırsa bir adadır, semttir Sakarya. Yahut muhit diyelim, semti gözünde büyütenler için.
Çok severdik, sevdik yıllarca… İçine herkesi sığdırdığı bir şiiri, iltihak edebiyatı vardı Sakarya’nın. Mezhebi genişti. Öyle ya da böyle “mektepli”ydi de… Uçarıydı bir yönüyle; Attila İlhan’ın İstanbullu dizeleri, orada Ankaralı oldu: “Sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık / Sana taptık ulan / Unuttun mu / Sana taptık.”
Sakarya İstanbul’u mesken tutan şairlerin, edebiyatçıların da ortak istikametidir bir dönem. İlhan Berk’e her birini ayrı ayrı sevdiği, sokak sokak “Sakarya Sokağı Baladı”nı yazdırır. Meyhaneleri kapanmaya başlayınca Cemal Süreya’yı oralarda “huzursuz bir zürafa gibi” dolaştırır, Metin Altıok’un hüznüne hüzün ekler.
Kapanan, güdükleşen, biracıların arasında kaybolan, kılığından menüsüne değişen, , başka bir şey olan, viskiyle başa baş yarışan rakı zamlarıyla boğuşan meyhaneleriyle dokusu çok bozuldu ama hâlâ selamımı, hürmetimi esirgemem. “O zamanlı” olmanın kolu kırık anıtı, hâlâ oturduğu çocukluk evinin kapısında yıllara göre boyunun işaretlendiği çentiklerdir, müdavimine. Hatıralıdır Sakarya, bozkır seyreğinde sayılı hafıza mekânıdır.
Sokağa çıkan ve/ya da meyhane masasına oturan solun da adreslerindendi. “Ne olacak bu memleketin hâli”ne sağındaki bulvardan katılan, giderek “öteki edebiyat”a dönüşen “Vatan, Millet, Sakarya” muhabbeti bile, kulağımı o muhitle çınlatır bazen.
Kitabına değil icabına göre
Sakarya’ya, meyhanelerine dair anlatacak çok şey var ama ben bu yazımda hayattan yine eksilen yahut öznesi-nesnesiyle de değişen “öğle rakıları”na değineceğim. Kitabına göre öğle rakısı, o saatlerde alınan bir, bilemedin iki “tek rakı” olarak racona yerleşir. Seanstır; eskinin kesintisiz “üç film birden”iyle “ikindi rakı”sıyla buluşmaz, akşama, geceye bağlanmaz. Ahkâmla, “nazlı beyaz” içilir. Filmi biraz ağır çekimdir.
Lâkin… Rakı keyfi kâhyasıyla pek geçinemediği için bardağın sayısı, teki-dublesi, hatta fazla mesaisi zata mahsustur. Bazısı kitabını değil icabını esas alır; öğle ya da öyle icap eder, öyle ya da böyle içer. Öyle durma karışmaya, önce menüyü, sonra Edi’yle Büdü’yü tanzim etmeye çalışan masa zaptiyeliğine pek gelmez. Edip Cansever’in meşrebinde, gündüz yalnızken bile… “Yalnızlık üç beş kişi / Bir kadeh rakı söylerim kendime / Bir kadeh rakı daha söylerim kendime.”
Yine de ona ayrılan zaman güneşi batırır, içilen miktar karafakisini, o 35’lik tombul sürahisini taşırırsa, tanımı “öğle rakısı”na sığmaz, “gündüz rakısı” olarak saltanatını sürdürür. Hatta geceye icapçı olur, bir masadan bir masaya… Rakı masası faslının o topluluğu “erkenci” nâmıyla da anılır. Rakıda, hayatta, bazen akıl-fikirde de erkenci, hatta ölümde de…
İtibarı taşırmadan gönül işi
Mevzu rakı olunca, o masa örtüsü kolalı, kundurası boyalı “rakı adabı”na, sayfa sayısı, kantarı “anayasa” hacminde kurallarına, sündürülen KHK’larına filan bakılmaz sadece… Elbet bir geleneği, kültürü, erbabı, âdabı vardır, kaymağı oradan süzülür de tarihi kanun tanımaz, gönül işidir.
Tercihtir, bünyedir, rakının üstüne Cola filan koymadıkça, itibarı taşırmadıkça “Ben böyle seviyorum”dur biraz… Kural tanımazlığı her dem hayırlara vesile olmaz tabii. Rakıyı “alkol” olarak, o adla tanımlamak fanatiğini itiraz ettirse de… Nihayetinde alkoldür, hem de keskininden. İnsana, sağlığına, masasına, bazen hayatına o keskinlikte tesir eder.
Ancak gözü doysa, midesi dolsa, hayallerinin ayarı kaçsa da gönlü, nefsi doymaz kimi kulunun. Hatta “gündüzüm seninle, gecem seninle” olur, uzaktan hoş gelen şarkısı. O fasılda rakının, alkolün “izm” hâline de rastlarız. “Akşamdaaan akşama…” nakaratını uzatarak, gün-dakika sektirmeyen “akşamcı” faslına da…
İlkinin çarpıcı ve hazin örneklerin birisi Andelib (Andelip) lakabıyla anılan nüktedan yazar, şair Mehmed (Faik) Esat’tır. 1902’de 29 yaşında ölen şairin lakabının hem Arapça bülbül, hem de Adana ağzıyla “olmayacak işler yapan” anlamına gelmesi, konuya giriş açısından mânâlıdır.
Sabah mahmurluğunu atmak
İlmiye büyüklerinden Zühdî Molla Efendi’nin oğludur ama okuma, öğrenme, yazma iştahını babasından, evdeki “hususi dersler”den alsa da “irfan”ını rakıya emanet eder. Küçük yaşta baba evini terk eder. “Öğle rakısı” bile onun lügatinde mesaiyi öne çeker.
Babıali’de Meserret Apartmanı’nın karşısında, Sucu Müteveffâ Yorgi’nin dükkânının üst katındaki dökük odasında güne rakıyla başlar. Bu hâliyle “kuşluk rakısı” kavramının, yani sabahtan öğlene kadar içilen rakının ahalisindendir. Lâkin bindikleri alâmetin tarifesi o saatle sınırlı değildir. Muallim Naci, “Gece gündüz içki içtim” mealindeki “Şarib -ü-leyli ve-n-nehar oldum” mısraını ona ithaf etmiştir sanki.
Hatta odasını dolduran aydın, edebiyatçı dostlarıyla “kuşluk” tanımıyla yetinmezler, sabah kalkınca başlandığı için o rakıya, insanın telaffuz ederken midesini oynatan “sabuh” adını koyarlar. Mirasını belki de Osmanlı’dan, “Sabah oldu, sâkî doldur kadehi şarap ile / Zaman durmaz, feleğin yapacağı belli olmaz” diyen Hafız-ı Şirâzî’den alır. Bahanesi tabii ki masumdur; “sabah mahmurluğunu atmak için…” “Çivi çiviyi söker” de bu mevzuda suç ortağı atasözlerindendir.
Salâh Birsel’e göre Andelib’in odasının sabahında iki türlü sarhoş vardır. Bir kısmı geceyi orada geçiren “Akşamcılar”dır. Diğerleri ise yeni gelen “Sabahçılar”dır. Fakat fikrimce hepsine “akşamdan kalma” demek, o fasit dairede eğreti durmaz.
Dolusu boşuyla odadan “yarım okkalık, binlik, yüz dirhemlik” rakı şişeleri eksik olmaz da… Mahmur mahmur gelenler yanlarında nevale de getirir. Dostlardan para gizlenmesi/esirgenmesi sayılı ayıplardandır. Kibirden sonra en büyük günahtır, kitaplarında. Ev sahibi Andelib desen zaten “hem müflis, hem müsrif, hem de cömertlikte müfrittir”…
“Öğle kestirmesi”nde rüya
Öğleye kadar koyu bir muhabbet, arada okunan (bazen mısraları adam başı, birlikte/ortak yazılan) şiirler, terennümlerle rakı içilir, ardından kaylule denen öğle uykusuna yatılır, akşam da bir meyhaneye gitmek için odadan çıkılır. Ama dalıp-uyanmalı öğle uykusu, daha doğrusu öğle kestirmesi muhabbetlerine engel olmaz. Bu yüzden sohbetleri rüya gibidir yahut onlara öyle gelir. Hayra yorarlar.
Gazeteci, şair Müstecabizâde İsmet’le paylaştığı odası iki yatak, birkaç köhne sandalye, yastıklar, antika bir büfeden bozma kütüphane, çıkıntısında bir küçük masa… Etrafta, yerlerde, gazeteler, mecmualar, kitaplar… Yerine, dengine, her an değişebilen bütçeye göre, sardalya, kelle, ciğer, piyaz, pilaki, helva, üzüm, karpuz, peynir, zeytin… “İşte bu odanın içinde günün ne kadar edebî ve siyasî meselesi varsa tetkik edilir” (¹).
Aydın, edebiyatçı ve “ayyaş” dostlarına kapısı ardına kadar açıktır. “Hiddetten, en galiz küfürlerden neşeye, kahkahaya geçişi arasında pek cüz’i bir mesafe olan” Andelib’in “çocuksu tabiat”ından da söz edilir. Kalenderdir, kedere meyillidir. Tam rakının, o meretin de ölümüne sevdiği, baştan çıkarmaya bayıldığı gibi…
Başkenti İstanbul’dur ama
İkinci Abdülhamid döneminin uslanmaz muhalifidir. Ahmed Rasim’in deyişiyle, “Hafiyelerle alenen eğlenir, canı isterse alenen söver, kovar, hatta dövüşür”. O odalarını da “çeşitli alay ve hicivlerin, mizah ve siyasetin, o zaman için hakikaten pek müthiş tehlikeler taşıyan siyasi hicivlerin, dedikoduların sır yeri” olarak tanımlar. Bu karakteri, onun Malatya’ya sürgüne gönderilmesinin ve orada, 30’una varmadan ölmesinin daha derinden nedenidir.
Andelib’i anıp, tarihine baktığımızda “öğle rakısı”sının başkenti İstanbul’dur şüphesiz. Zira o tarihlerde Ankara henüz bir kasaba azmanıyken, İstanbul’un mekânları Osmanlı’ya uzanır. Bilhassa her kuytuya yayılan salaş, tek tekçi esnaf, el altından rakı, ucuz şarap, bira veren, ruhsatsız koltuk meyhaneleriyle… Beyoğlu’nda ise beyliğini, saltanatını kurar. Ama mevzu “öğle rakısı”na, 20. Yüzyıl’a, eşrafına gelince, Ankara’nın yerini, hakkını da yememek lazım.
Gri Ankara’da renkli meşgale
Mesela “utangaç, gizli, yasak öğle rakısı”nı şiirini yazacak kadar seven, onu “gündüz gözüyle bakılan yeni resimlere” benzeten gazeteci, şair Mehmed Kemal… Ankara Erkek Lisesi’ni bitirir, DTCF Felsefe Bölümü’nü üçüncü sınıftan terk eder, 70’lerin ensesinde Ankara’da Kalem Meyhanesi’ni açar.
Ruhi Su’nun da bir duble rakısıyla muhabbete katıldığı meyhanede, öğle rakıları bir meşgaledir (de) artık. Ankara’da öğle rakısı deyince, Sakarya’da Tavukçu’ya, Körfez’e, Göksu’ya, (Buhara) Yakamoz’a, sonrasında Net Piknik’e, Kumsal’a, iki adım devamında Mülkiyeliler’e, eski TRT’nin yanındaki ilk Keremeyle’ye, Yenimahalle’de Çalıkuşu’na, Bahçelievler 7. Cadde’deki Kokteyl Restaurant’a kadeh uzatmadan olmaz.
Araya Maltepe-Demirtepe sınırında Maltepe Camisi’nin karşı sırasında, Gölbaşı Sineması’nın yanındaki ASBU Birahanesi’ni de sıkıştırabilirim belki. Öğle saatleri de dâhil gün boyu işlek, rakı, votka, şarap, bira dâhil tek teklerin ucuza ve illa ki kalın bardakta sunulduğu salaş, omuz omuza bir mekândır. (²)
Öğle rakısının menüsü de, fiyatları, eşrafı da yıldızlı mekânlarından ikisine geçerken değinirsem… Kızılay’da İzmir Caddesi’ndeki Anadolu Kulübü siyaset dünyasını, milletvekillerini, gazetecileri, yazarları, “misafir müdavimler”i öğle rakılarında buluştururken, bürokratların, politikacıların, diplomatların, kulağı delik gazetecilerin uğrağı Washington Restaurant da biraz Karpiç ekolüyle boy gösterir.
Bardakta cur’a bırakılmaz
Ancak öğle rakısında AOÇ Merkez Lokantası’nın yeri, sadece adresi, yemyeşil coğrafyası, adası ile değil, zengin, kült menüsünden hizmetine kadar “stil”iyle de ayrıdır. Bahçesinde yeniden ayaklanan ağaçların altında bir görünüp-bir kaybolan bahar güneşi henüz rakı burcuna girmemiş, vakt-i kerahet gelmemiştir ama müdavimleri için “öğle rakısı” zamanıdır. Ve o iki tek yahut bir duble öğle rakısı, Ahmet Ümit’in Mehmet Yaşin ile yaptığı söyleşideki deyişiyle bünyede yarattığı hoşgörü esintisiyle insanı Mevlânâ yapar. Sadece güne, “mesai”ye değil, hayata bir mola gibi gelir.
Brüt tarifiyle iki bardak içilir ama “öğle rakısı”nı erkenleyen Ahmed Rasim’in deyişiyle rakı bardağında cur’a (bardakta kalan son yudum) bırakılmaz. Giderayak “bir tek” de Merkez Lokantası “yolluk” verir… O tekle ertelenen son yudum, sulanan tadıyla, hemen ısınan temasıyla pek hoş gelmediği için kafaya dikilir bazen. İşret meclisinden her dem dost meclisine dönüşen muhabbetin damakta kalan tadıyla, “yine mi güzeliz, yine mi çiçek” makamından noktalanır öğle kaçamağı.
Adı üstünde Merkez
Öyle öğle rakısı hatıradır artık. Hatıradır, öncelikle “öğle rakısı kuşağı” yorulup, yaşlanmış, hatta ayrılmıştır hayattan. Merkez Lokantası örneğindeki gibi o eski mekânlar da birer-ikişer kapanmış yahut eski tadı kalmamıştır. Daha iri nedenleri derseniz, etraflıca konuşmak için en azından bir öğle rakısına oturmak gerekir.
Kapanan, kapanmaya zorlanan Merkez Lokantası’nın AOÇ’de bir “mutfak” olarak kuruluşu, 1933’lere uzanır. Atatürk’ün girişte sağdaki yuvarlak masada İsmet İnönü ile birlikte yediği yemek, lokantanın çoğaltarak bir ara müdavimlerine hediye ettiği fotoğrafa da yansımıştır.
Atatürk’ün son yıllarında lokantaya dönüşen mekâna kalıcı hâlini ise 1950’lerde Alman mimarlar verecektir. Tarım Bakanlığı’nın çalıştırdığı restoran, 1962’de özelleştirilir. 1975’de ise lokantayı Gar Lokantası’ndan Avni Öztürk devralır.
Ardından Merkez Lokantası’nı, -Gökçekli Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin sistemli, ağır tacizinin de etkisiyle- 2013’de icrayla kapatılıncaya dek Mehmet Ali Öztürk işletir. O tarihten sonra da 80 yıllık içkili lokanta, yerini elbette alkolsüz bir mekâna bırakır.
Eski çalışanları da lokanta kadar kıdemlidir; usta Hüseyin Haktanır, şef Erdal Çakır, Recep Usta… Tarihi zaten tamamdır da, lezzeti, 80 çeşide ulaşan zengin, özel menüsüyle de “merkez”dir lokanta. Rakının yanında özel, çoğu klasik (hatta unutulmuş) lezzetler dışında, baharda, yazın ve sonbaharda bağ-bahçe de isteyenler için bir dönemin güzîde adresidir. Dönem meyhanelerinin kalın, muşamba örtülerinin aksine, beyaz, kolalı, süt gibi masa örtüleri, sakız gibi kumaş peçeteleriyle karşılar o dönem konuklarını…
Sarı votka rüzgârlı hardal
Rakı içmeyen yahut öğle saatlerinde içmek istemeyenleri de küstürmez üstelik. Türkiye’de ‘sarı votka’ deyince, Rejans ve Ayazpaşa’daki Rus Lokantası’nın yanısıra, Merkez Lokantası da gelir insanın aklına… Limon kabuğu, az karanfille, daha da az çubuk tarçınla en az iki hafta dinlendirilerek -baş ağrıtmayan- tadına erişen sarı votka… “Rakı da, votka da istemem” diyene de şarap, Truva Kanyak, olmadı likör çeşitlerinden sunar.
Sarı votkası kadar, İstanbul’da Borsa Lokantası, Eskişehir’de yarım asırlık Regulateur (regülatör) Restaurant, sonra da Ankara Butcha’daki gibi damakta esen acısı, has lezzetiyle “ev yapımı” hardalı da ünlüdür. Lezzet, çeşit ve özgünlük deyince, Merkez Lokantası’nın unutulmayacak menüsünü de değinmek isterim.
Çorba menüsünün zenginliğini vurgulayıp, İspir’den getirtilip, ısıyı her yanına dağıtan bakır tencerelerde pişirilen etli kuru fasulyesi ile başlayalım. Efsanedir… Ankara Tavası, hem sütlü, tereyağlı patates püresi, hem de pilav eşliğinde kuzu tandırı, kavurması, haşlaması, hünkâr beğendisi menüsünde ışıldar. Dünya mutfağından beef stroganof, fileminyon, et schnitzel, tavuk kievski de bir dönem gözdedir.
Unutulan lezzet şiş köfte
Kızılay’da Piknik ile hayata giren, bir zamanlar Net Piknik dışında sadece Merkez Lokantası’nda lezzetini koruyan şiş köfteyi de unutmamak gerek. Adana ya da acısız Urfa değil, farklı lezzeti, yanında kâseyle biçimlendirilmiş tane tane tereyağlı pilavı, nâmıyla Şiş Köfte. Yanında tahinli piyaz arayanlar da onu Merkez’de bulur. Yoğurdunun üstü yağda çevrilmiş pul biber soslu, az naneli etli yaprak sarması da artık masaya pek uğramayan klasiklerdendir…
Ve elbette, “marka lezzeti” ile su böreği… Bir dönem sadece pazar günleri yapılan talaş böreği de unutulan lezzetler arasındadır. (Onun da benzeri, köpüklü yayık ayranı eşliğinde Bolu’da Koru Motel ve limonata eşliğinde Sirkeci Konyalı Lokantası’nda arz-ı endam etmekteydi bir zamanlar)
Ara sıcaklarda, artık menülerde rastlanmayan Mitit Köfte, paçanga böreği, kaşar pane, patates köftesi ve o taze taze kızartılan patlıcan-biberin yanında, ender mekânlarda bulunan sarımsaklı-yoğurtlu nefis kabak kızartması, hatta mücver de lokantanın lezzet yelpazesindedir. Zeytinyağlılarda ise enginar, imam bayıldı, bakla, biber-lahana dolması, yaprak sarması öne çıkar.
Kabak kızartmasının lezzet sırrı
Tam bu noktada kabak kızartmasının lezzet sırrına ucundan değinmek gerekiyor. Sarımsaklı, yoğurtlu patlıcan, biber kızartmasına, onun iyice yağ çekmiş “şakşuka” versiyonlarına her yerde rastlanır da… Kabak kızartması özeni, emeği, belki talebi yüzünden nadirdir.
Harika bir kabak kızartması, alacalı soyulan, dilimlenen kabakların bir gün önceden ya da sabahtan bir tepsiye dizilerek güneşte ya da sıcak bir yerde iyice kurutulmasıyla başlar. Kuruyunca hem çabuk, çıtır çıtır kızarır, hem de gram yağ çekmez. Bir türü de una biraz soda ya da bira eklenerek kabakların o koyuca bulamaca daldırılıp, nar gibi kızartılmasıdır. Meyânesini bir çay kaşığı salça ekleyerek ya da yumurtayı unla çırparak koyu kıvamda hazırlayanlar da vardır.
Sıra tatlıya geldiğinde de, ekmeği İstanbul’dan, kaymağı Konya’dan getirilen koyu şerbetiyle ekmek kadayıfı, kabak tatlısı, fırında sütlaç ve AOÇ dondurmalı kazandibi koyar noktayı. Tandırı, kuru fasulyesi, su böreği, ekmek kadayıfının bir dönem Hürriyet Gazetesi’nin jürili “Türkiye’nin en iyi 10”ları arasına demirbaş girdiğini de ekleyelim.
“Öğle sonu yaşlılıktır biraz”
Şimdi bütün bunları, böyle “Merkez”leri -di’li geçmiş zamana çevirin. O da yitirildi; eksilen, yok olan “meyhane kültürü” arkalarından boynu bükük el salladı… Oralarda dolaştığında, “öğle rakısı” bayrağını taşıyanların bir bölümü, ikili-altılı ganyan tayfası arasında göze çarpar artık… Ki bence menzili sadece işrete/muhabbete ayarlı öğle rakısı elemanlarından farklıdır: “Atlar koşar, koşar koşar içersin”…
Ahmet Telli’den mülhem, “Posta Caddesi, Taşhan, Karpiç ve diğerleri /Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da /Belki bundandı Cemal Süreya’nın Kızılay’da /Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması”… Metin Altıok da yâd eder Sakarya’yı, öğle rakılarını: “Zaman zaman soruyorum kendime; nerde Cemal Süreya? Bir Ankara prensi olan Cemal nerde şimdi? Hani Haluk Tuncalı, Celal Atik hangi dipsiz kuyuda? Ya o fırtına adam Ekrem Koçak nereye gitti ve ne oldu “Tavukçu”daki öğle rakılarına?”
Nostaljiyle pek geçinemem, geçinmek de istemem ama bu hâliyle “öğle rakısı” sıkı nostaljidir. Hele yaş “kerâhet”ini geçince… Mehmed Kemal şiirinde yok olan meyhaneleri, o ruhu, yitirilen o “âlem”i sıralayıp “Her şey bunadı efendim /Ben de bunadım” der ya… Ve “güpegündüz rakılar boğazlayan” Edip Cansever ekler ya; “öğle sonu yaşlılıktır biraz”… İşte öyle.
TEKNEDE GÜNDÜZ RAKISI
Öğle rakısı ya da daha esnek hâliyle gündüz rakısı deyince, bu mevzuda tekne de pek kural tanımaz ya da kendi raconu vardır. Miladını “Mavi Sürgün” Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan ve yanında “ekmek, peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve çokça rakı”dan alır. Bu mevzuda Azra Erhat’ın anlatıları ise başka bir yazıya kalır.
Mîna Urgan’ın anlatımıyla ağırbaşlı aydınları ağırlayan tekneler, öğle saatlerinde çilingir sofralarına, güneş battıktan sonra da meyhaneye dönüşür: “Türküler söylenir, Rumca şarkılar dinlenir, gecenin geç saatlerine kadar bol bol yenip içilirdi. Bir de öğle rakısı faslı olurdu. Tentenin altında küçük bir çilingir sofrası kurulur, kodamanlar, Sabahattin Eyüboğlu, Müntekim Ökmen, Şadi Çalık, Melih Cevdet gibi belirli yaşta olanlar öğle rakılarını içerdi.”
Melih Cevdet Anday derseniz, yaşamının son 15 yılında, genellikle Cumhuriyet Meyhanesi’nde her çarşamba yapılan öğle rakılarında dostlarının Sokrates’i olarak da anılır. Ve masada rakı bitince ortalığa seslenir: “Kerbela mı burası?”
(¹) Matbuat Hatıralarından, Muharrir, Şair, Edip, Ahmed Rasim, Hazırlayan/Derleyen: Özgür İldeş, 2016. Rasim kitabında Andelib’i etraflıca anlatır.
(²) Yazımdaki meyhaneleri Sakarya menzilinde, kendi misafirliğimle, bizzat yaşadığım hâliyle/hatıralarıyla, ayağımızın alıştığı mekânlarla ve “öğle rakısı”yla sınırlı tuttum. Arada hatırlayamadıklarım da vardır kuşkusuz, kentsel bellek, hafıza mekânı kaybı… Ayrıca Kürdün Meyhanesi, Üç Nal, Acemin Meyhanesi, Şükran Lokantası, Palabıyığın Meyhanesi, Can Yücel’in şiirini fıskiyesiyle ıslatan Buket Lokantası gibi yetişemediğim ya da aydınların, yazarların, gazetecilerin uğrağı eski Rüzgârlı Sokak meyhaneleri gibi yolumun sık düşmediği bazı efsane mekânları, başka bir yazımda ziyaret etmek istiyorum.
KAPAK FOTOĞRAFI: “26 Mart Dünya Ölmeme Günü”, İsa Çelik Arşivi, 1981. Salaş beş meyhaneye de mekân olan Krepen Pasajı’ndaki Neşe Restaurant’ta gündüz rakısı… Sağdan sola; Muhteşem Sünter, Tomris Uyar, Edip Cansever, Salim Şengil, yanında kareye giremeyen Can Yücel. O masada oturup da bu fotoğrafta görünmeyenler: Turgut Uyar, İsa Çelik, Dürnev Tanseli, Nezihe Meriç, Mehmetcan Köksal, Ömer Uluç, Tunga Uyar.