Özel hayatlar nice çalkantılarla kendi yatağında sessizce akıp gidiyor. Günümüzde çoğu kez kardeşler bile birbirinin hayatına yeterince aşina değil. Ne çok duyarız anne babalardan; “çocuklar yuvadan uçtu dağılıp gittiler, özlüyoruz ama ne yapalım kendi yuvamızı yurdumuzu dağıtmak istemiyoruz, kalabalık şehirlerde bağımızdan bahçemizden uzaklarda mutsuz oluyoruz, bülbülü altın kafese koymuşlar ah vatanım demiş. Çocuklar çağırıyorlar ama biz evimizde rahat ediyoruz.” Böyle uzar gider uzak düşmüş yaşlıların evlatlarıyla ilişkilerine dair basma kalıp anlatıları.
Yeşim Ustaoğlu’nun son filmlerinden biri olan Pandora’nın Kutusu (2009) özgür yaşamlar kurduklarına inanan üç kardeş, kocasının dağda kayboluşuyla unutma hastalığına yakalanmış anneleri ve kendine özgün bir yol açma savaşı veren bir torunun hikayesi. Nusret hanım Batı Karadeniz’in bir köyünde, zümrüt yeşili ormanlarla kaplı bir dağın yamacında yaşamaktadır. Ahşap evinden çıkıp topladığı kuşburnunu kuruturken görürüz ilkin. Seksenli yaşlarında tek başına yaşayan biri olarak sessizliğe gömülmesi doğaldır aslında, ot toplayan, reçelini, ekmeğini yapan biri olsa da, evlerin gayet seyrek olduğu bu bayırda nasıl yaşar, alışverişini kim yapar, muamma. Birkaç neslin aynı evde olmasa da yakın evlerde yaşadığı ve sürekli iletişim halinde olduğu geniş yaşama koşullarından, herkesin tesbih böceği gibi kendi içine kapandığı modern ve öksüz aileye geldik sonunda. Hatta tek kişilik gönlünce yaşama sahnelerine. Elbette bütün tercihlerin sebepleri sonuçları ve içinden geçilen süreçleri var.
Nusret hanımın büyük kızı Nesrin evlidir sadece. İşin esası kocasının varlığı ve yokluğu belli olmayan silikliği, zaman içinde gönlünden de silinmesine yol açmıştır fakat her iyi gitmeyen evlilikte olduğu gibi görünür bir sebep bulamamanın vicdan muhasebesiyle sürdürme çabası vardır Nesrin’de. Aslında fedakarlık ederek herkesin yerine düşündüğünü, her konuda karar verme yorgunu olduğunu düşünürken sevdiklerinin atılım hakkını gasbettiğinin farkında değildir. Evdeki adı konmamış sinsi mutsuzlukla, annenin aman vermeyen tahakkümünden kaçmak isteyen üniversite öğrencisi Murat evden giderek uzaklaşmıştır. Nerde akşam, orda sabah havasında deniz fenerinin betonunda yatarken görürüz onu.
Küçük kız kardeş Güzin kıdemli bir gazeteci, özgür bir Cihangirli, bekar bir kadındır sözümona fakat o da dar bir alana sıkışmış gibidir özgürlük adına. Her biri birbirinin kopyası günlerden oluşan iş hayatıyla, bir türlü doğru adamı bulamadığı, ilgisizlik ihanet ve ihmal kurbanı aşk hayatı esaretini ortaya koymaktadır adeta. Modern zamanların birbirine ayıracak zamanı gittikçe azalmış bireylerinin diyalogları, ayrılıkların nereden doğduğunun da işareti gibidir, kimsenin kimseye ihtimam gösterecek enerjisi, niyeti yoktur artık, herkesin bireysel hayatı ihtiyaç olarak gösterilen zorunluluklarla ve sanal ilişkilerle dolu olduğundan bir kadının ilgi talebi misal, çekilir dert değildir artık.
En küçükleri olan Mehmet tek göz odada bohem yaşayan bir ressam, fakat yaptığı hiçbir işte dikiş tutturamaması yüzünden sefil denilebilecek bir yaşam sürmekte. Temiz olmayan bir ortamda sağlıklı beslenmeden tamamen uzak sarhoş ölümcül bir hayat. Benim hayatım denilerek kimseye dokundurulmayan “özgür” yaşamlar.
Film kadın erkek, anne evlat, şehir kır gibi çatışmalı eksenlerde sakin bir anlatımla derinden yol alıyor. Filmin iç ışığı umudun kapısını aralasa da, genel manada karamsar ve kötümser olmasa da yaşamın manası üzerine muğlak bir yerde duruyor tartışmalar.
Nusret hanım hızla yakalandığı Alzheimer hastalığı yüzünden bir şeyler toplamaya gittiği ormanda evin yolunu hatırlayamayıp kaybolunca komşular jandarmaya haber vermiş, jandarma da Nesrin’i aramıştır. Haber üzerine arabayla yola çıkan üç kardeşin ancak yolda birbirlerinin hayatına vakıf olmaya çalışmaları ibretamiz gerçekten. Hepsi de yoğun, sıkıntılı dar alanlara sıkışmış hayatlarla malül. Modern metropol yaşamı incelikli bir kölelikle kuşatmış gibidir hayatları. Her birinin içinde kazanlar kaynamaktadır ateşi kısık da olsa. Kaybolan anne ve yola çıkış, sürüklenmenin tam ortasında durup düşünmelerini sağlayınca gerçeklikler pandoranın kutusunun açılışı gibi saçılır ortaya.
Yunan mitolojisinde ateşi çalan Promethus’u cezalandırmak için Pandora adlı güzel bir kız yaratan Zeus, onları evlendirirken bir kutu daha doğrusu topraktan yapılmış bir çömlek hediye eder. Bunun kapağını hiçbir zaman açmayın dese de bilir ki kadın merakına yenik düşüp kaldıracak kapağı. Birden kötülükler ortalığa dağılmaya başlayınca Pandora hatasını anlayıp kapatmak ister ama mümkün değildir artık.
Burada ise dağılmış içe kapanmış sessizce akıp giden yaşamların ortasına, unutma yüzünden çocuksulaşıp kendi gerçeğinden uzaklaşan, huysuzlaşan bir anneyi yerleştirerek kutuyu açan yönetmenin ta kendisi. O hiç bırakılamayan işler ertelenebilir, başkalarına da bir alan açılabilirmiş demek, üç kardeş bütün programlarını bir yana bırakıp, normal şartlarda ziyaret etmesi çok zor gelen anneleri için yola çıkabildiklerine göre.
Anne ormanın bir köşesinde bulunur ama artık yaşamını yalnız sürdürmesi mümkün değildir. Aynı şehirde birbirleriyle bile görüşecek zamanları olmayan, her biri kendi gerçekliğine ve payına düşen hengameye yuvarlanmış olan üç kardeş, annelerini alıp İstanbul’a gelince başlar asıl macera. Hiçbirinin ötekini eleştirecek durumu yoktur şehir herkesi çaresizlik tezgahında tek tek sınamaktadır.
Film boyunca sert ve çatışmacı üslup yerine elden gelenin yapılması duygusu var ama son tahlilde seyircinin anlaması gereken şey şudur ki, evlatlar ne kadar çabalasalar da artık yaşlıların ev ortamında bakılması fiilen mümkün değil. Böyle bir hüküm vermede acele etmiyor yönetmen, usulca incelikle yokluyor duyguları, gerçeklikleri, ‘mümkün mecbur ve imkansız’ arasında gidip geliyor alt metin. Küçük kardeş ressam Mehmet mesela, annesi evine bırakıldığında görüyor çaresizliğini ve yaşamının sağlıklı ve insani koşullardan uzaklığını. Üç kardeş de olumsuz gidişatlarıyla yüzleşme fırsatı buluyor anneleri vesilesiyle.
Aslında bir yönüyle anneanne torun hikayesi anlatılan. Bütün bu sakil yaşamların dışında bir hayatı olması için direnen ve kendine alan açmaya çalışan Murat anlıyor yaşlı kadını. Hatta onu alıp tıpkı istediği gibi hatırlamanın unutmanın sevinmenin ve hakiki manada üzülmenin yurdu olan köydeki evine götürüyor. Fakat sıklıkla evden çıkıp kaybolan kadın, torunu uyurken sabahın seher vakti yine çıkıp gidiyor ve dağlara doğru uzaklaşıyor. Unutma acısı belleğin kalbimiz kadar kıymetli olduğunu hissettirdi bu filmde.
Nusret hanım kimsesiz kalmaktan, insanlarla, evlatlarıyla iletişiminin zayıflığından bu hastalığa yakalandı diye düşünülebilir. Fakat İrlanda’nın büyük yazarı, romanların, kelimelerin, felsefenin büyülü ustası Iris Murdoch da ahir ömründe yakalanmıştı bu hastalığa. Kocası son kitabının taze baskısını getirince bunun ne olduğunu bile anlayamayacak kadar ilerlemişti hem de.
Yeşim Ustaoğlu bir filmde öyle çok şeyin kapağını kaldırmaya çalışmış ki ancak girizgah olmuş her birine. Bir söyleşisinde annenin evlatlardın yaşamdaki problemlerini anlamalarını sağlayan bir figür olduğunu söylüyor. Orta sınıftan bir toplumsal kesitin tercih edilmesi çok değerli. Film tam da artık oturmuş ve durulmuş olacağı varsayılan orta yaşın, stabil sanılan hayatların mercek alınması ki Türk sinemasında benzeri hiç de çok değil.