Muhafazakarlığın tam olarak ne anlama geldiğini bir çırpıda anlatmak zor. Ama ne olduğunu önümüzdeki örneklere bakarak anlamaya çalışabiliriz (etrafta bunca muhafazakar varken bu çok zor olmasa gerek).
Görülen o ki muhafazakarlık, ilahi kaynaktan süzülüp gelen bir anlam dünyasına bağlılığı içeriyor. İnsanın, kendisini aşan, karmaşık ve anlamlandırması hayli zor dünya karşısındaki çaresizliğine karşın her şeye kadir bir büyük güce olan inancın hayatı yönlendirmesine izin vermeye işaret ediyor. İnsani olan ancak buna uygun olduğunda anlamlı bir hayatın kurulabileceğine olan bakışı temsil ediyor.
Henüz ortada kurulabilmiş böyle bir hayat olmadığı için de o gün gelinceye kadar kendi büyüklüğünü –ve de doğruluğunu- hissedebilmek için kendisi gibi olmayanı küçümsemesi gerekiyor. Bir de buna paralel olarak tarihten bir altın çağ bulunarak aşırı bir yüceltmeyle manevi destek bulunmuş oluyor. Buradan sert bir partizan muhafazakarlık doğuyor elbette. Partizan muhafazakarlık, her türlü eleştiriye tahammülsüz bir kapanmayla kendi sınırlı gerçekliğini yaşayan ve bunun siyasal iktidar gücüyle hakim bir ideoloji haline gelmesine çalışan, şahin bir siyaset gibi gözüküyor.
İslamcılık dediğimiz olgu ise muhafazakarlığın sadece bir türüne işaret ediyor. Söz konusu ilahi kaynağı İslam düşüncesi olarak görenler için muhafazakarlık, İslamın ilke ve değerlerinin hayatın her alanında hakim olmasına çalışmak anlamına geliyor. İslamcılar için geçmiş, gelenek ve tarih çoğu kez ilk kaynağın önünde engelleyici birer yanlış-bilinç nedenleri olarak görülebiliyor. Buradan radikal bir sistem eleştirisi doğuyor.
İslamcılar, partizan muhafazakarlardan çok hazzetmiyor belli ki çünkü partizanlığın İslam’ı, sınırlayıcı sert bir ideolojiye dönüştürmesinden çok hoşlanmıyorlar. Ama yine de denebilir ki her ikisi için de ideal dünyaya ait benzer semboller, çok büyük siyasal anlamlar taşıyor ve Batı, tam olarak bu dünyanın tam karşıtını simgeliyor.
Muhafazakarlara göre, insalık tarihi ilahi olandan seküler olana doğru ilerlediğinden, öncelikle eldekini koruyup muhafaza etmek ve ancak bunu yaptıktan sonra bir şeyleri ayıklamak ya da değiştirmek gerekiyor. Bu nedenle de gelenek ve geçmiş öncelikle kutsal bir içeriğin mahfazası gibi görülüyor. Baştan kutsallık atfettiği, karşı çıkıp sorgulamaya kayıt koyduğu için de buradan bir felsefe doğamıyor; birey, kendine hareket alanı bulamıyor. Bu durum çoğu kez bir tür anti-entelektüalizm olarak kendini gösteriyor.
Bir de görünen o ki bu anlayış, insanın üzerindeki ilahi olan dışında –toplum da dahil olmak üzere- sınırlayıcı kabul etmiyor. Buna uygun olmadığını düşündüğü hiçbir şeye gönlü razı gelmiyor. Bazı şeyleri zorunlu olarak kabul etse bile içsel olarak bunu reddediyor ve gerek ekonomide gerekse siyasal hayatın içinde buna bağlı bir liberalliğe sıcak bakabiliyor. Diğer bir deyişle, liberallik dile getirilemeyen itirazların rahatça açığa çıkması için elverişli bir kanal açmış oluyor. Dolayısıyla ikisi de kolayca aynı suda yıkanabiliyor. Aynı nedenle ‘zorunluluk icabı’ fazlaca pragmatik tavırlar takınılabiliyor. Bu zorunluluk baskıya dönüştüğünde büyük isyanlara, siyasal kırılmalara ve köklü değişikliklere kaynaklık edebiliyor.
Ama normal düzeni içerisinde –İslamcılıktan ayrılarak- iktidarla karşı karşıya gelip çatışmaksızın onun parçası olmaya çalışmayı ve kendini bu büyük bütün içerisinde gerçekleştirmeye çalışmayı salık veriyor. Kendi dışındaki gücü doğru yöne çevirmeye ve dolayısıyla yaşanan problemleri de güç kullanarak çözmeye dönük büyük bir yatkınlık olduğu aşikar. Gücü insanın içinde değil dışında görüyor ve tam da bu nedenle güçlü bir lider, güçlü bir devlet, güçlü bir ekonomi, güçlü bir dış politika, güçlü bir para vs. arayışı onun başlıca itici gücü gibi gözüküyor.
İnsanın kendini içinde bulduğu hiyerarşilerle ya da eşitsizliklerle hesaplaşmak istese de gücün bu kadar belirleyici olduğu bir düzlemle pek tabi ki bu mümkün olamıyor. Daha eşitlikçi ve ilahi prensiplere uygun bir dünya için hiyerarşik olarak alttakilerin üste çıkmasına dönük bir bakış geliştiriyor ama bunu yaparken kaçınılmaz bir biçimde hiyerarşik olanı yeniden üretmiş oluyor.
Bireyci değil ama kolektivist ya da toplumcu da değil. Kendine özgü bir ‘birlikçi’lik (buna ‘cemaatçılık’ da denebilir pekala) üretiyor. Yani ‘bir’ olanda birleşen ve böylece birlik haline gelen insan topluluğunu ideal bir hayatın başlıca öznesi olarak görüyor. Ümmetçilik de zaten önemli ölçüde buradan doğuyor. Buradan, daha cemaatçi, siyasetin kimlikler üzerinden bir hesaplaşmaya dönüştüğü, siyasal olanın ilahileştiği bir demokrasi anlayışı ortaya çıkıyor.
Sağa gelince o biraz daha farklı. Bir kere, ilahi kaynağı ve toplumsal hayatın en yaşatıcı ögesi olarak dini reddetmiyor ama buradaki din, söz konusu toplumun bütün bir tarihi ve kültürü içerisinde işlenerek şahsileştirilmiş bir içeriğe işaret ediyor. Sınırları çizilmiş, toprakla bütünleşmiş ve daha çok ahlaki ilke ve prensipler olarak şeklin ötesine geçmiş bir yaşanırlığa işaret ediyor. Daha içsel ve bireysel alanda yaşanan tasavvufi bir anlayışın siyasete ve hayatın diğer alanları üzerine daha dolaylı bir etki yapması kabul görüyor.
Sağ, ilahi olarak verili olanı öpüp başının üstüne koyuyor ama onun nasıl anlaşılması ve hayata nasıl hakim kılınması gerektiği konusunda tipik bir muhafazakar tavrı sergilemiyor. Gelenek ve tarih yalnızca kutsal içeriği nedeniyle değil toplumu var eden tecrübe birikimiyle de önem arzediyor. Burada öznenin, birlik ya da kolektif birşey değil tarihsel bir şahsiyet olarak birey olduğu gözüküyor.
Bu bireye gösterdiği saygıya bağlı olarak her alanda belli ölçüde serbestlikten ve özgürlükten yana bir tutum takınabiliyor. Daha demokrat ve siyasal hayatın içinde açıkça konuşamayıp zamanı gelinceye kadar içine atarak yutkunduğu gizli bir gündemi yok gibi gözüküyor. Daha açık, kendinden daha emin ve daha yerli. Siyasal özne daha belirgin. Batılı olanla sembolik bir karşıtlık ilişkisi kurmaksızın tarihsellik içerisinde mesafeli bir yakınlıktan yana bir tutum izliyor.
Görünen o ki Cumhuriyet sonrası devlet gücünü ardına alan tektipleştirici seküler anlayış zaman içerisinde tam zıttına bir muhafazakarlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Ülkenin tarihsel seyrinde birer kırılma olarak görülebilecek her iki siyasal hareket de içindeki öfkeli enerjiyi attıktan sonra şimdi daha gerçek ve daha içeriden bir siyaset konuşmak için yeni bir demokrat zemin ortaya çıkıyor. Muhafazakar kesimin içinde bir süreden beri yaşanan yeni sağ arayışları son derece sağlıklı gelişmeler olarak görmek gerekir bu yüzden.
Partizanlıktan uzak, ülkenin gerçek sorunlarına dönük demokrat yeni bir sağ siyaset arayışı sadece yukarılarda bir yerlerde değil –belki çok daha önemli bir şekilde- gündelik hayatın küçük mahfillerinde heyecanla dile getiriliyor. İronik olan, muhafazakarların ve İslamcıların –tıpkı seküler karşıtları gibi- uzun süre değersizleştirdikleri sağın çaba sarfetmeksizin giderek değer kazanıyor olması.
Bütün bunlardan sonra şunu söylemek gerekir ki bu topraklarda muhafazakarlığın ve İslamcılığın bu kadar başat hale gelmesine neden olan başlıca etken büyük ölçüde kötü bir pragmatizme düşen, tutarsızlıklarla uzlaşarak ilerleyen ve kendisini büsbütün sola kapatan bir sağ siyasetin varlığıydı. Görülen o ki bütün bunlardan ders çıkaran yeni bir sağ siyaset arayışı önemli toplumsal ihtiyaç olarak daha demokratik bir siyaset için elzem hale geliyor.