Ana SayfaYazarlarPencere çiçekleri

Pencere çiçekleri

Karşımda sağanağa teslim bahçeyi verandanın korunağında, yağmurla tam sınırında heyecanla süzen –dinse de çıksam- yavru kedi.

Aklımda sokağa çıkamayan/çıkarılmayan çocuklar…  

Sokağa sadece evinin, hayata Windows’un pencerelerinden bakmaya mahkûm çocukları düşünerek yazıyorum.

Velilerinden izin kağıdı getirebilen çocuklara tabi hukuken. Ve velilerine de…

Yahut kalırsa birkaç satır, o çocukların büyümüş günlerine yazıyorum.

Zira Edip Cansever’den mülhem, “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk. Hiçbir yere gitmiyor”.

 

Sokak, suçuyla, trafiğiyle, kaz-kazan çukurlarıyla,  omuz omuza, bahçesiz apartmanlarıyla işgalde ve genç ebeveynler tedirginse, n’apsın yavrular… Hepsi kerhen pencere çiçeği.

Kimi gündüz güzeli, kimi gün boyu çözdüğü testlerden mahmur akşam sefası

Reha Mağden’in değişiyle, annesinin cep telefonundaki çiçeği koklayan çocuklar.

Eh… Sokağa çıkma yasağını bile elektrik, su kesintisi gibi vakayı adliyeden gören bir ırkın ahfadı ve devamıyız sonuçta.

 

Bizim kuşak çok sever(di) sokağı.

Nostaljinin yaşananları temize çeken ve yaşadığını değil hatırladığını geçmiş kılan sisinde, “Ah o eski güzel günler” yanılsamasının peşinde değilim. Aman ha!

Lâkin biz sokak çocuğuyduk.

Oyunda imtiyazsız-sınıfsız, -mahallede- kaynaşmış çocuklardık o dönem. Ya da bize öyle geliyordu.

Çocuktuk, ufacıktık, top oynayıp acıkırdık mesela.

Komşu teyzeler (komşu anneler), üzerine Sana (bana-ona-şuna-hepimize) yağı sürülüp, toz şeker serpelenmiş dilimleri tutuştururdu elimize.

Dilimde alakart mönü ise, ev-el yapımı salça sürülmüş ekmeklerdi.

 

Aynı sahada, cebimizden çıkan aynı kuruşlarla, aynı bakkaldan alınan, aynı plastik topla maç ederdik.

İki plastik top alır birini göbeğinden yarıp diğerine kılıf yapardık ki, futbol topu gibi ağırca olsun, uçmasın rüzgârda.

İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmıştık da, olur a meşin futbol topu getirirse birisi… Takım kaptanı o olurdu, fasulyeden.

Hak-hukuk, kıymet de bilirdik, diyelim.

 

“Tüm dünyanın çocukları birleşin” demişti herhal ana/babamız… Marks, Engels halledemedi de, biz becerdik sanki mahallede.

“Bir”di hep mahalle, biricikti hem de.

Esnafın, kapıcının, işçinin, memurun, bürokratın, işadamının çocuğu aynı “saha”da.

Ki, her yer sahaydı o zamanlar; “Bütün kara parçalarında, Afrika dahil…”

 

Maçtan sonra aynı musluğa dayardık ağzımızı kana kana.

Öyle güzel, öyle gür, öyle serindi ki su… Doğanın nazarı bize değil, kendine değerdi.

Terli terli içerdik elbette de, zatürre uğramazdı kimseye.

“Su gibi olsun ömrün” derdi büyüklerimiz, öyle berrak, öyle debili geçti o mahalli çocukluk günlerimiz.

 

Su akar, yatağını bulurdu sonunda.

Yatağımızı bulmamız cuma-cumartesi geceyarısını geçerdi ama… Yatınca da beğenirdik, -ne tam, ne çeyrek ortopedik- yeniyken tombul, zamanla sıska yatağımızı.

Sait Faik Hallaç’ın attığı şiltelerin bulutları hatırlattığını yazar ya, öyleydi sanki:

“Yün şilteler, pamuk şilteler, yastıklar, pumba yastıklar… Her evde atıldığı gibi, arada bir sizin evde de şilteler atılır. Bir akşam yorgun, belki de canın sıkkın eve dönersin. Bir de bakarsın ki, yastığın davul gibi şişmiştir. Karyolan beyaz tombul, gebe bir kadın kadar iki canlıdır. Uyku nereden gelir bilinmez”.

Öyle uyurduk deliksiz. Rüyalarımız zaten aynı kumaştan.

Kabusu hep devletlü yaşardık.

 

Mahallede farklılık varsa, pozitifti, bilek hakkıyla…

Kapıcının çocuğunu kol güreşinde kimse yenemezdi mesela.

Söğütten düdük yapılacaksa hüner de onda, çakı da… Ağaca en hızlı tırmanan, meyveye en mevsiminde dalan da o.

Malkoçoğlu sarayda değil, bodrum katlarında yaşardı o zamanlar.

Sıkı çocuklardı.

Uzaklardan gelen yakın dostlardı, diye hatırlarım.

 

Çok zengin işadamının (mesela GırGır süpürgesi bayii) çocuğunun misketi daha gıcır, daha çok olabilirdi ama onu da üterdi mahalli adalet.

Kırmızı bisikleti, “bir tur daha bir tur daha” kamulaştırılırdı anında…

Sonrası toplu taşıma.

 

Eve döndüğümüzde herkes eşit kirlenmiş olurdu.

Her çocuğun o “hâli”ne her aile aynı tepkiyi göstermezdi elbet.

Çünkü “kirlenmek güzeldir” sloganıyla göbek atan reklamlar ve kirlenmeyi bile tüketim vesilesi yapan “bilinçlendirme aracı kurumlar” yoktu henüz.

Temizlik merdaneli makineye… Çıkmayan lekeler, kaynar kazanda oklavalı çamaşır dövmeye emanetti.

Bize her gün bayramdı; balkonlara asılan, sokağa bayrak gibi sarkan, karşılıklı iki evi birbirine bağlayan rengârenk, sabun kokulu çamaşırlarla…

Devrimin varsa ortak bayrağı… Belki öyle bir şeydi.

 

“Ecevit mavisi”nin doğal selefi ise çamaşır çitilemenin finalinde “çivit”le verilirdi okul gömleklerine.

Yakalar da kolalanırdı tabi. “Türk çocukları, Türk çocukları, gözler ileri, başlar yukarı…” intizamını sert, kolalı yakalarla sağlardı müdüriyet. Bükemezdin boynunu.

“Beyaz yakalı” çocuklardık, az aşağı, az yukarı… (Beyaz Türkler keşfedilmemişti henüz)

Midelerin de colalanmasına, çok sonra geldi sıra.

 

Çepeçevre çevreciydik de üstelik. Farkında değildik ya, onu sayma.

Kendinde çevreciydik; pet şişe yok ki mesela kapağını toplayalım.

Ama markasız sade gazozların kapakları, oyun ve alet-edevatın vazgeçilmez nesnesiydi.

Herkesler geri dönüşümcüydü, şişe depozitosu harçlık olunca.

 

Tüm oyunlarımızın malzemesi de geri dönüşümlüydü.

Kukalı saklambaçın kukası Filiz çayın teneke kutusu, kılıç tahtadan/kalkanı atık ambalaj mukavvası… Eğilip, bükülüp düzlenmiş çay kaşığından da “şövalye yüzük”.

Krallığımızın madalyonu ise, geceleri organize sökülen araba armaları.

Madalyonda gözde armalar, Mercedes ve Volkswagen’di.

Opel sadece kemer tokası olurdu.

Ama kemer tokasının "capo"su Mustang armasıydı. O çılgın, asi at…

Bazı Amerikan arabalarının az bulunur armaları ise hayret nidası.

 

Bir gece arma avında, bir polisle bir bekçi "kuşattı" mahalleyi.

Çoktu vukuat, şikâyet demek ki… Belki armasız arabalar komünizmin motor sesleriydi.

İkisi yetmişti o zamanlar koca bir mahalleyi sarmaya.

Süleyman yakalandı.

Emek 42. Sokak'taki Bahçelievler Karakolu'na götürdüler onu.  

Şimdi yerinde Telekom var. Dinlemeyle yakalanıyor arma hırsızları.

 

Mahalle bekçisi tabi ki tanıyordu Süleyman'ı. Geceleri 60. Sokak'ta oynadığımız kukalı saklambaçtan.

"Çaldığı" Volkswagen arması ise zaten alt sokaktaki komşunun.

Akademisyendi sanırım mağdur komşumuz.

"Ben hediye ettim" dedi karakolda, bıraktılar.

Yıllar sonra turuncu bir Volkswagen aldı Fizik Yüksek Mühendisi Süleyman.

Büyümüştük, armasına kimse dokunmadı.

 

Sanayide karıncalanıp araçlardan sökülen rulmanlar, tornet tekerleği olurdu.

Ki tornet, bizim kuşak için tekerlekten sonra ikinci büyük icattır.

Kaykayın, mini scooter’ın atasıdır kendileri.

Yapımı kolaydır, marangoz gerektirmez. (Hem siyaset kaykayı gibi değildir, ufak tefek “marangoz hatası”nı da kaldırır)  

İnşaattan bir düzgün kalas edinilir. Ön tarafına çakılan iki gazoz kapağıyla farlar halledilir. Kırmızı kapaklarla da stop lambaları…

İki küçük mukavvayla öne-arkaya iki plaka yapıştırılır.

Sigara paketinin, çikolatanın yaldızı da nikelajı.

Üzerine, “Chevrolet Impala”, “Müteahhit sağolsun”, “O şimdi talebe” filan yazmak, keyfe kederdir.

Bu anlattığım “hususi tornet”ler elbette.

Bir de pazarcı kardeşlerimizin, bakkal çıraklarının kullandığı “ticari tornet”ler vardır ki, onlar sandık biçimi kasalarıyla gün boyu (bazıları ömür boyu) taşımacılık yapmışlardır.

 

Tornete güzelleme, saygı borcumuz ayrıdır.

Çocukların, çocukluk hayâllerinin ayağını yerden kesmiştir.

Devrim Arabası’nın yapamadığı devrimi, çullu-çulsuz çocuklarıyla ülkenin tüm sokaklarına bu müstesna icat yaymıştır da…

Bugünün hayâli yerli otocuları kadar bile itibarı olmamıştır mucidinin.

 

Çocukluk yanılsamalarıma sonraki yazımda devam edeceğim.

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

ÇOCUKLUĞUN OLMADIĞI ÜLKELER

“Afganistan'da çocuk çok ama çocukluk yok”.

The Kite Runner (Uçurtma Avcısı), Yön: Marc Forster.

 

YAZI FOTOĞRAFI: Bülent Ortaçgil’in “Benimle Oynar mısın” albümünün kapağından alınmıştır.

 

 

 

- Advertisment -