Vietnam’ı hatırlamaya ve hatırlatmaya çalıştığım Son devrim (1 Mayıs) yazımın bir yerinde, 1975’in zafer haberini Cağaloğlu’nda sokakta aldığım o Nisan günü gözümün önünde canlanırken şöyle bir ifade kullandım: “… 28 yaşımdaydım ve İstanbul’da, Çemberlitaş’ta oturup devrimcilik dışında düzenli bir işim olmaksızın yaşıyordum.”
Yazarken de içim tuhaf duygularla burkulmadı değil. Bunu şimdiki kuşakların gençlerine nasıl anlatabilirim diye düşündüm. Öğrencilerime, örneğin? Ya da kendi çocuklarıma? Hayatında böyle bir aşama hiç olmamış; her türlü yalan ve eşitsiz iktidar ilişkisi karşısında özgür ve eleştirel düşünceli büyüyen; bu arada hiçbir dogmatizm ve fanatizme de kapılmayan; dolayısıyla kalıplanmış düşüncelerin jargonundan ve sigara dumanından nefes alınmaz hale gelmiş odalarda sabahlamak nedir bilmeyen küçük kızıma?
Sık sık şöyle bir egzersiz geçiyor aklımdan: Marksizm’in henüz ayakta ve etkili olduğu dönemden (babamın da yazdığı gibi) bir “sosyalizm sözlüğü” veya (Orhan Hançerlioğlu’nun dönemin Sovyet elkitaplarından kopyaladığı gibi) bir “felsefe sözlüğü”nün yanına ya da karşısına, güncellenmiş muadillerini koymak. Örneğin Marx ve Engels’i “proletaryanın büyük öğretmenleri” filan değil de aslen Sol Hegelci felsefeden devrimseverliğe gelmiş ve yeni işçi sınıfının şahsında aradıkları “devrim ajanını bulduklarını sanmış, sonra da bu olasılığı sahte bir bilimsellik iddiasıyla kaçınılmazlık gibi göstermeyen kalkmış, çok bilgili ama olmayacak derecede determinist ve metafizik 19. yüzyıl aydınları olarak tarihselleştirmek, gerçek bağlamlarına oturtmak. Keza Marksizm’i içinden değil dışından, bugün netleşen boşluk, ihmal ve yanılgılarıyla anlatmak. Buradan başlayarak, Marksist-Leninist söylemin felsefe, tarih, ekonomi, devrim stratejisi ve sosyalizm projesine ilişkin bütün yapıtaşlarını tek tek elden geçirmek. Yerine göre, faraza ilkel komünizm, kölecilik veya köleci üretim tarzı, feodalizm veya feodal üretim tarzı gibi “tarihsel maddecilik” kategorilerini çağdaş arkeoloji, antropoloji ve tarihçiliğin nasıl değerlendirdiği ve değiştirdiğine; yerine göre, (özellikle Lenin, Stalin ve Mao’yla ilişkilendirilebilecek) başka bazı terim ve kavramların aradan geçen zamanın amansız eleştirisine niçin ve nasıl hiç ama hiç dayanamadığına bakmak.
Başka bir yığın genç insan gibi benim de 1975’te, 28 yaşımdaki halimi tarif eden ünlü deyim, işte o ikinci “tamamen kadük olmuşlar” tasnifine girerdi kuşkusuz. Deneme mahiyetinde bir örnek sunuyorum.
Profesyonel devrimcilik: Gerçek komünist partilerinin veya onlara özenen derme çatma taklitlerinin bünyesini saran, bazen yavaş ilerleyen fakat son tahlilde daima öldürücü bir tümör. Patolojik anatomisi bakımından, “öncü(lük)” kanseri ve “yeni tip parti” kanseriyle akraba ve aynı familyada sayılır. Bunun nedeni, hepsinin “tek yol devrim” mutasyonundan türemiş olmasıdır.
Marx’ın 1848-1852 arasında “burjuva” demokrasisi hakkında çok aceleci bir şekilde verdiği olumsuz hükmü, Çarlık Rusyasının yaygın şiddet içeren koşullarında iyiden iyiye aşırılaştıran ve mutlaklaştıran Lenin, 1848 devrimlerinin yenilgisinden de, eskiden sanıldığı gibi devrimci kriz gelip çattığında legal ve parlamenter mücadeleden ihtilâlci ayaklanmacılığa geçiş yapılamayacağı; demokratik mücadeleye alışmış olanların son anda bu statükonun dışına çıkamayacağı; dolayısıyla demokratik-reformcu ve ihtilâlci patikaların daha baştan ayrışması gerektiği sonucunu çıkardı. At gözlükleri takmışçasına ya da çok dar bir tünel vizyonu edinmişçesine, normal (demokratik) ve anormal (konspirativist-ihtilalci) siyaset alternatifleri arasında sadece anormal politikaya kilitlendi ve bunun enstrümanı olarak da enikonu anormal bir parti modeli ortaya attı. Bu, legal ve illegal kademeleri olan; hayatın içinde ve her alanında yer alan legal mensup ve/ya sempatizanlarını, başka bir deyişle açıktaki amatörlerini, mutlak surette “profesyonel devrimci” (yani devrimci örgütlenme, taktikler ve eylem dışında başka hiçbir şeyle uğraşmayıp bunun için partiden para alan) illegal kademesinin yönettiği; gizli polis takibi ve baskısına bu illegal “çelik çekirdeği” sayesinde göğüs gerebilen; herhangi bir devrimci kriz patlak verdiğinde de gene o “çelik çekirdeğin” pişmiş, tecrübeli, gözünü kırpmayan iradesi ve amansızlığı sayesinde fırsatı yakalayabilen, “demokratik merkeziyetçilik” adı verilen incir yaprağının altında aslında son derece merkeziyetçi ve otoriter bir “savaş örgütü” ve bu anlamda “yeni tip” bir parti olacaktı.
Nitekim Avrupa coğrafyasında tek bir örnekte yakaladı da; 1914’e kadar ilelebet minüskül bir marjinalliğe mahkûm gibi gözüken Bolşevik fraksiyonu veya partisi, Birinci Dünya Savaşının yarattığı çok özel koşullardan, sonradan Büyük Ekim Sosyalist Devrimi gibi tantanalı bir isimle anılmaya başlayacak olan küçük silâhlı azınlık darbesini çıkarmayı başardı (ki olay budur aslında; toplam iki kişinin öldüğü ve 18 kişinin tutuklandığı, zamanında neredeyse kimsenin farkına varmadığı, on binlerin gösterileri ve Kışlık Sarayın büyük bir taarruzla ele geçirilmesi gibi uyduruk öğelerin ise ancak 1920 kutlamaları sırasında eklendiği ve oradan da Eisenstein’ın Oktyabr’ına taşındığı, hayli sınırlı kapsam ve boyutlardadır). Ne ki, sonuçta Bolşevikler iktidara yapıştı ve bir daha da bırakmadı. Dolayısıyla evet, bir tür başarı söz konusudur. Ama ne pahasına? (1) Parti demokratik olmayınca, o partinin iç yaşantısından hareketle kurulan sosyalist siyasal rejimin de demokrasiyle hiçbir ilgisi kalmadı. Bırakalım, “burjuva” demokrasisinden daha ileri bir demokrasiyi gerçekleştirmeyi; tam tersine, daha kötüsü ancak Faşizm ve Nazizm’de görülen terörcü bir diktatörlüğe müncer oldu. Bunda da baş rolü o “profesyonel devrimci” çekirdek oynadı. 1917’de iktidarı işçi sınıfı değil onlar ele geçirdi ve korudu; “proletarya diktatörlüğü” Leninist teoriye göre güya işçi sınıfını temsil eden partinin diktatörlüğü ve tabii asıl o partinin hepsinin de değil, sadece kendi kendini habire yeniden üreten profesyonel apparat’ının, üst kademelerinin diktatörlüğü oldu. Martov ve Menşevikler bütün bunları öngörmüştü aslında. Bir dönem iflâs etmiş sayıldılar. Ama tarihin dolambaçlı ilerleyişi, döndü dolaştı, onları haklı çıkardı.
(2) Bu tür partilerin ve kurdukları diktatörlüklerin iç hayatına biraz daha yakından bakarsak, “profesyonel devrimciler” ve sonra dönüştükleri “parti-devlet bürokrasisi” sadece istibdadın değil, aynı zamanda kendi kendini dondurup içten içe çürüten bir muhafazakârlığın da kaynağı oldu. Sovyetlerde ve Sovyet modelinin klonlandığı bütün Doğu Avrupa rejimlerinde, yükselmenin ve iktidarın iç halkasına dahil olmanın yolu, mevcut üst kademenin dikkatini çekmek, güvenini kazanmak ve tepeden koopte edilerek yukarı çekilmek haline geldi. Bu da söz konusu terfiinin öncesi ve sonrasında, zirveye ve “parti çizgisi”ne mutlak konformizmi zorunlu kıldı. Eski Yunan’da, Atina demokrasisi çoğulluğu, çeşitliliği ve dolayısıyla yaratıcılığı beslerken, Sparta’nın agoge adı verilen eğitim sistemi bütün erkek vatandaşları genç yaştan itibaren phidition denen birimlere hapsediyor ve on yıllar boyu orada tutuyordu. Her phidition hem bir kışla, hem bir komünal sofra, hem bir askerî birim ve birlikti. 20-30 yaş arasında evlenseler bile phidition’da yaşamayı sürdüren erkekler birlikte yiyip içiyor, birlikte yatıp kalkıyor, birlikte talim yapıyor, savaşta phalanx’ta yan yana saf tutuyor — ve bütün bunlar muazzam bir kolektivizm üretiyor, önemli ölçüde bu yüzden Spartiates denen Sparta vatandaşları arasından değişik ve yenilikçi herhangi bir fikir çıkmıyordu. 20. yüzyılda iktidardaki komünist partileri, maddî çıkarların, yükselme arzusunun ve hattâ hayatta kalıp kalmama endişelerinin çok güçlü menfaat bağları yaratması sonucu Sparta phidition’larına benzedi. Bu donukluk ve grileşme de sonuçta çöküşün en büyük âmilleri arasında yer aldı.
(3) Benzer menfaat bağları muhalefetteki komünist partileri ile onlara öykünen “yeni sol” örgütlerde de dürüst ve cesur düşünmeyi önleyici, iç demokrasiyi öldürücü ve lider sultasını pekiştirici bir rol oynadı. Parti aygıtının uzmanlık alanları türedi ve ister örgütlenme, ister yayın ve sair propaganda işlerinde çalışan, artan sayıda profesyonel kadro ortaya çıktı. Bir düşünün; sırf partinin alt-kurumlarında çalışmak ve geçimini partiden aldığın paraya bağlamak ne demektir? Bu konumdaki insanlar, “merkez”den veya “önderlik”ten ne kadar bağımsız düşünebilir ve tavır alabilirler? Tam tersine; en fazla onların bütün varlığı ve hayatı, partinin iç hayatıyla özdeşleşme eğilimi gösterir. Normal hayatın içindeki, şu veya bu meslek sahibi — ama işçi, ama öğretmen, ama doktor, ama avukat, ama mühendis — parti üye ve sempatizanları, toplumun geneli ve kendi sektörleriyle temas içindedirler, alt tarafı. Dahası, bu sayede gerektiğinde parti dışında gidecek bir yerleri de vardır. Partiden ayrılmak veya atılmaktan o kadar da korkmayabilirler bu yüzden; nitekim değişim daha çok bu “dış” kuşakta kendini gösterir. Oysa “iç” halkadakiler başka her şey eşit olmak kaydıyla daha “sadık” olmaya yatkındırlar, çünkü parti dışında bir hayatlarının olmaması onlar için çok daha büyük problemdir. Uzaklaşır veya uzaklaştırılırsa ne yapar, nereye gidebilir, bazıları için 35-40 yaşlarında, hattâ yukarısında nasıl kendilerine yeni bir hayat kurabilirler? Altın (hattâ paslı demir, hattâ adi teneke) kafeste yaşamak gibi bir şeydir bu durum. “Önderlik” de bunu bilir ve buna oynar zaten. Dış halkadaki, olağan hayat içinde yeri olan üye ve sempatizanlarını değil ama asıl “iç”tekileri alternatifsiz bırakmak için elinden geleni yapar. Bu kademenin parti dışı ilişki ve başarılarına şüpheyle bakar. Sevinmez; tersine soğuk karşılar. Parti ve iç parti kurumları dışında bir varlıkları, uğraşıları, toplumda tanınmışlıkları olmamasına çalışır.
* * *
Uydurmuyorum, spekülasyon yapmıyorum; Leninizm ve Stalinizmin aşırı pürist, en ütopik türevi sayılabilecek Maocu hareket içinde bunların hepsini bizzat ve fazlasıyla yaşadım. Kendimi kurtardıysam, üniversiteye döndüğüm andan itibaren, bir tarihçi ve bir akademik olarak bağımsız bir varlığım, bir dış dünyam, o dünyada bir saygınlığım, bilgi ve fikirlerimin beslendiği başka kaynaklar olduğu için kurtardım. En basiti, “bizim” dışarıdan nasıl görüldüğümüzü fark ettim, bozuntuya vermediysem de sarsıldım, üzerinde giderek daha derin düşünmek ihtiyacını duydum. Öte yandan, çok küçük bir nokta gibi gelebilir ama, diyelim alanınızda bazı kişisel başarılar kazanıyorsunuz; gidip paylaşmak istiyorsunuz; bunları kimin, nasıl kıskançlıkla, buz gibi soğuk karşıladığını müşahede ettim. “Burjuva dünyası”nın övgüsüne kapılmamak konusunda “uyarı”ldığımda, önce çok şaşırdım; bu karanlık, sinsi ve hesaplı hasedi neden sonra yerli yerine oturtmayı başardım.
Bu çatırtıların baş gösterdiği 1980’lerin ikinci yarısında, üst kademede yer alan başka bir kişi vardı, şimdi hayatta olmayan. İsmi lâzım değil. Çok zeki, ama yerine göre çok Makyevelist, çok kinik (cynical), çok amoral (ahlaksız değil, ahlak üstü veya ahlak dışı) olabilen ilginç bir kişiliği vardı. Ayrı yollara gideceğimiz belirginleştiğinde, bir gün Kızılay’da yolda yürürken şöyle demişti bana: “Bak Halil, sen parti dışında da bir şey olabilirsin ama ben olamam. Palavra bir elektrik mühendisliği diplomam var ki hiçbir işe yaramaz. Ne yapacağım bu saatten sonra; buzdolabı bile tamir edemem ki. Onun için ben senin önemli şeyler söylediğini düşünsem bile, ayrıca […]’ten nefret etsem bile, gene […] ile aynı safta kalmak ve kılıçlar çekildiğinde de ona göre kılıç sallamak zorundayım.”
Buradan başka zamanını şaşırmış “sol” örgütlere de gidilir mi acaba? “Yeni TKP”lere örneğin? ÖDP’nin benim yaşımdaki ağır ağabeylerine? Ya da hattâ DHKP-C’ye? Yok, yoruldum ve sıkıldım; gitmeyivereyim bu günlük. Bu da yakın tarihimiz hakkında böyle kısmen teorik ve tarihsel, kısmen otobiyografik bir not olarak kalsın.