Sanıyorum yakın dönemde bir yerlerde -bir komisyonda, bir danışmanlar heyetinde, ya da belki bir yakın çevre meclisinde- yeni(den) bir karar alınmış: Türkiye ve Türkleri dünyaya anlatmak üzere sinemayı kullanmalıyız diye. Sinema filmleriyle Türkiye’nin büyük bir devlet olduğunu, tarihteki önemli rolünü, politikalarının doğruluğunu uluslararası kamuoyuna sunmak, muktedir ve adaletli Türk liderlerin ve önemli şahsiyetlerin daha yakından tanınmasını sağlamak şeklinde bir hedef saptanmış gibi görünüyor. Son zamanlarda bu tarz yapımların artması buna işaret ediyor.
Esasında bu gayet hak verilebilir bir yöntem, belki bugünün dünyasında bir nebze de gerekli; ne de olsa başta ABD olmak üzere hemen her ülke tarihsel ve/ya güncel bağlamda sinema aracını kendi lehine kullanıyor. Günümüz haberleşme, etkileşme dünyasında her devlet her türlü medya formatını çıkarları için mobilize ederken, sinemanın bu çark dışında tutulmasını beklemek pek gerçekçi değil. Sanatsal açıdan pek sıcak bakılmasa bile bu durum bir gerçeklik olarak mevcut, ama yine de asgaride kaliteli ve gerçeğe yakın işler yapılmasını beklememiz doğal.
Ancak karşımıza propagandist replikler ile dolu, propagandasına sadık kalmak adına hikâye ve karakterlerini arka planda bırakan bir film çıkınca tenkit etmemek mümkün değil. Çünkü bırakın bu tarz filmlerin sinema sanatı sayılamayacağını, verilen onca emek ve tüketilen kaynağa rağmen amaç da hasıl olmuyor. Çünkü propaganda amacı taşıyan filmler vasat ve sırıtan güzellemeler ile değil, ince bir üslup ve satır arası mesajlarla ama güçlü senaryo ve karakterler sayesinde başarılı olabiliyorlar. Aksi takdirde ne uluslararası ilgi yakalanabiliyor ne de propaganda yapılabilmiş oluyor; tereciye tere satmaktan, malum tribünleri gaza getirmekten öteye geçilemiyor. Daha da ötesi bir utanç kaynağı bile sayılabiliyorlar.
18 Ocak’ta Türkiye’de vizyona giren Çiçero filmini izlerken bunları düşündüm. Çiçero, asıl adı Elyesa Bazna (filmde İlyas Bazna, Çiçero lakabı) olan Arnavut casusun İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’deki casusluk faaliyetlerini konu alan bir film. Filme göre İlyas Bazna esasında Atatürk tarafından görevlendirilen bir MİT ajanı ve esas misyonu Türkiye’yi her pahasına savaşın dışında tutmak. İlyas, İngiltere Büyükelçisi’nin özel uşağı olarak çalışırken İngiliz gizli belgelerinin fotoğraflarını çekerek Türkiye’ye ve Almanlara veriyor, daha doğrusu Almanlara satıyor. İngilizlerin Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokma çabaları, Müttefiklerin Sofya bombalaması ve Overlord çıkarmasının planlarını Almanlar bu sayede öğreniyor. Öte yandan filmde İlyas ile Alman elçiliğinde çalışan Cornelia’nın aşk hikayesi de yer alıyor. Almanların T4 yasası kapsamında engelli çocukları topladıkları kamplara da özel bir yer verilmiş.
Aslında hem gizemli hem heyecanlı hem de tarihsel açıdan önemli ve merak uyandırıcı bir hikâye. Ancak internette biraz araştırma yapıldığı zaman Bazna’nın biyografisinin belirsizliklerle dolu olduğunu anlıyoruz, mesela kimi kaynaklarda Türk ajanı kimi kaynaklarda ise Alman ajanı olarak geçiyor. Ailesinin kökenleri hakkında çelişkili bilgiler mevcut. Cornelia ile olan ilişkisinin de farklı yönlerinden bahsediliyor. Türk yapımı Çiçero ise bu boşlukları yapımcıların tercihine göre doldurma yolunu seçmiş; Elyesa Bazna’dan çocukken tüm ailesi gözlerinin önünde öldürülmüş (birçok kaynağa göre değil), Türkiye Cumhuriyeti’ne sadık ve sadece ona hizmet eden, cesur, vicdani değerleri yüksek, vatan sever, büyük bir Türk yaratmış. Arnavut olduğundan, Almanlardan aldığı sterlinler sahte çıkınca savaş sonrası parasının peşine düştüğünden, Alman pasaportu alarak hayatının son yıllarını Almanya’da geçirdiğinden bahsedilmiyor. Bahsedilmesi gerekmiyor belki, çünkü film Bazna’nın hayatının o dönemini kapsamıyor ama yaratılan karakterin gerçek Bazna’dan epey uzaklaşmış, amacına uygun bir hale büründürülmüş olduğunu anlayabiliyoruz.
Bazna’nın Almanlara verdiği belgelerin savaşın kaderini tam olarak nasıl değiştirdiğini de pek net anlatamıyor film. Ancak filmin sonunda “dünyada sadece bir Türk ikinci dünya savaşının kaderini değiştirdi ve Almanlara savaşı kaybettirdi” diye bir yazı geçiyor, Türk sözcüğü koyu ve kırmızı olarak. Neredeyse tüm yabancıların kötü, aptal, cani, yalancı, en azından sevimsiz olduğu filmde abartılı bir üslupla ortaya atılan “Atatürk Türk milletine bir tek uşaklığı öğretemedim demişti” gibi laflar, duygusal bir melodi eşliğinde dile gelen şehitlik güzellemeleri iyice eğreti duruyor. Bütün bu propaganda yapılacak diye de hem karakterler zayıf kalıyor hem de olayların akışında boşluklar bırakılıyor. Oysa Elyesa Bazna’dan pirüpak bir Türk istihbaratçısı çıkarmak, İngiliz ve Almanlara çakıp, Türkiye’nin kudretini ve aklını yüceltmek öncelikli amaç olmasaydı, bu ilginç hikâye derinlemesine ve gerçekçi bir yaklaşımla ele alınabilseydi dünya çapında beğeni gören bir film olabilirdi.
Ama hayır olamazmış; lakin filmin yapımcıları geçtiğimiz hafta Çiçero için düzenledikleri galada nasıl bir akla sahip olduklarını açıkça gözler önüne serdiler. Bir Nazi toplama kampı canlandırması yaratılan galada tel örgüler, tellerin üzerine takılmış esir kıyafetleri, ACHTUNG yazıları, kırmızı halının üzerine öbek öbek yığılmış eski ayakkabılar, çocuk oyuncakları, nöbet tutan bir Nazi askeri ve köpeği… Tüm bunların orta yerinde ise el ele ve gülerek poz veren oyuncu ve yapımcılar, fotoğrafçılar, sohbet eden misafirler… Sanki bu film Nazi Almanya’sı ve toplama kampları hakkında çekilmiş gibi. Ve sanki öyle olsa bile böyle bir gala mizanseni yaratmak abes değilmiş gibi. Bu pespayelik ve empati yoksunluğu yetmiyormuşçasına galanın Uluslararası Soykırım Anma günü olan 27 Ocak’tan bir iki gün sonra yapılması da ayrı bir ibret konusu.
Sosyal medyaya ve haber sitelerine yansıyan tepkiler sonucu filmin yapımcısı "biz o mizanseni, davetlileri filmin atmosferine hazırlamak için yaptık. Başka bir amacımız kesinlikle yok. İstemeden de olsa Yahudi vatandaşlarımızı üzdüysek kendilerinden özür diliyorum" şeklinde bir açıklama yapmış. Özür özürdür ve her hâlükârda değerlidir ama bu bana pek anlamlı bir açıklama gibi gelmedi. Tıpkı filmin kendisi gibi…