[15-16 Mayıs 2015] 14 Mayıs Perşembe günü özel bir nedenle İstanbul’dan Houstoın’a uçtum. Tıklım tıklım dolu, sanki tek boş yeri olmayan, ya da belki bana öyle gelen, o kadar tıkış tıkış ve klostrofobik bir THY uçağı. 10,300 kilometre. On iki buçuk saat; ilk başta, Avrupa hava sahasında trafik yoğunluğu nedeniyle de bir saat apronda bekleme; etti mi size on üç buçuk saat. Çaresiz, gene kendimi dergi sayfalarına vurdum. Solumdaki, zaten biraz fazla kendi sağına (yani bana) yaslanma eğilimindeki beyin “okuma ışığınızı kapatmanız mümkün mü” ricasına da nazikâne olmasına çalıştığım bir “hayır, çünkü okuyorum”la göğüs gererek, her biri aşağı yıkarı bir saatlik on makale götürdüm, yemek süreleri hariç (tek bir kitabın tırmanan gerilimine hapsolmaktansa böylesi daha gözenekli ve geçirgen geliyor; birini bitiriyor, biraz soluklanıp düşünüyor, bazı notlar alıyor ve sonrakine başlıyorum). Çin (yukarıdan değil aşağıdan, değişik bir bakış). Ukrayna (ayrılıkçıların derinleşen çıkmazı). Hint Budizmi ve Acanta mağaraları. 1947’deki Hindistan- Pakistan bölünmesi ve Pencab. Felsefî ve siyasî görüşleriyle Einstein. Makro-ekonomi ve 2008 bunalımı. Küresel kapitalizmde emek süreçlerinin parçalanması, taşeronluk ve ana şirketlerin sorumsuzluğu. Ezra Pound ve insana monist bakmamak (evet, hem büyük şair, hem zırdeli, hem faşist; fakat bunu kabullenmek ne kadar zor, çünkü ne kadar güçlü iyilik, tutarlılık ve olumlu kahraman arayışı) Felsefî ve siyasî görüşleri, önce İsrail ve sonra Amerikan militarizmi karşısındaki eleştirel tavrıyla Einstein.
Böyle böyle, uzaklaştım Türkiye’den — ki esas amacım da oymuş sanırım. Biraz güncelliğe ve siyasete giriyorsunuz, derken her yanınız güncellik ve siyaset oluyor; sıkılıyorum bundan. Daha genel olarak, tek yanlı partizanlıklardan sıkılıyorum.
Mevcut görüş ve tercihlerime inanıyorum gerçi. Bırakalım, AKP “diktatörlüğü”ne karşı muhalefetin demokrasiyi temsil ettiğini; bunun gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi yok; Cumhuriyetin eski laik elitlerinin kendilerini artık tümüyle iktidarsız ve dolayısıyla kendileri için bu anlamda “yaşanmaz” hale gelmiş bir ülkede boğuluyor gibi hissetmelerinin yol açtığı İslamofobik, Batı dilencisi bir hezeyan. Gerçekler daha karmaşık. Bana göre, 21. yüzyılın şafağında dünyadaki değişimi bir tek AKP yakaladı ve bundan, Türkiye’nin eski bölünme ve kutuplaşmalarını kendince aşmaya çalışan yeni bir vizyon çıkardı. Bunu esas olarak kendi geleneği içinden gelerek yaptı ve yapıyor (başka nasıl olabilirdi ki) ve bu yüzden ister istemez sakatlık ve deformasyonlarla da malûl, ama gene de ortadaki en ampirik ve en gerçekçi program. Daha önemlisi, Türkiye bundan böyle AKP’ye karşı oy kullanan (laik) kesimin değişip gelişmesi yoluyla değil, AKP’ye oy veren (dindar, Müslüman) kesimin değişip gelişmesi yoluyla ilerleyecek; bu çok açık. Sadece Türkiye’de değil, bütün kuzey Afrika, Ortadoğu ve güney Asya’da otoriter modernist laisizmler çökerken, din (İslâmiyet) ile demokrasi ve modernite arasında yeni bir ilişkinin kurulması gündemde. Bastırarak önlemek olanaksız; o yol iflâs etti zaten. Böyle yeni bir “toplum sözleşmesi”nin olabilirliği de garanti değil, ama olursa, bunu da ancak dindarların kendileri, aşağıdan yukarı gerçekleştirebilir. Bu açıdan AKP, İslâm âleminin arayış içindeki güçlerinin en ilerisi. Ve gene bu yüzdendir ki, madalyonun diğer yüzünde (bana göre korkutuculukları itibariyle en kötüsünden başlayarak sayıyorum), Gülencilerin, MHP’nin, CHP’nin ve hattâ HDP’nin durduğu yerler, AKP’nin çok gerisinde. Dahası, hele kendi dışındaki nedenlerle altüst olmuş bir Ortadoğu’da, Türkiye 2002’den beri ilerlediği mecranın istikrarını korumaya muhtaçken, AKP dışındaki bütün diğer güçler, ister tek tek, ister çeşitli kombinezonları içinde, sadece istikrarsızlık vaat ediyor. Ne çare ki Batıda Hıristiyan Demokrat veya başka türlü Muhafazakârlar karşısında adam gibi Liberal veya Sosyal Demokratlar varken, Türkiye’de böyle bir şey mevcut değil. İslâmî demokratların demokratlığı, Atatürkçü demokratların demokratlığına ağır basıyor. Muhtemelen, Kürtçü demokratların demokratlığına da. Benim için bu faktörler tâyin edici.
Öte yandan, bu temel konumun beni AKP karşısında topyekûn eleştirisiz bir desteğe götürmesi mümkün değil. Yukarıdaki bütün mantığın gelişinden de aşikâr olmalı ki, AKP’nin icraatında da hoşlanmadığım ve karşı çıktığım tonla şey var. (1) En başta, Erdoğan’ın “her şeyi en iyi bilen tek adam” havasındaki müdahaleciliği ve keza, ağzını açtığında gerilim yaratarak başlaması; (bazen geri adım atsa da); Merkez Bankası ve Dolmabahçe açıklaması örneklerinde olduğu gibi, yer yer hükümeti yok sayması; Mustafa Akıncı’ya yaptığı kabalık; şimdi de seçim kampanyasını AKP Genel Başkanı ve Başbakan Davutoğlu’ndan çok kendisi yürütüyor gibi bir havaya girmesi (kimse kusura bakmasın, ben bu yetki aşımlarının “millet onu oraya süs olsun diye seçmedi ki” diye savunulabileceği, zira Erdoğan’ın fırtınalı zigzaglarının alternatifinin süs bitkisi tavrı olduğu kanısında değilim).
(2) Özellikle Kürt sorunu ve çözü süreci konusundaki hırçınlıklarının, PKK’nın ve HDP’nin şahinlerine, kendi tırmandırıcı maksimalizmleri için koz vermesi. (3) Ermeni soykırımı konusunda AKP’lilerin, soykırım sözcüğünü benimsememenin ötesinde (ki bunun neden siyasî açıdan anlaşılabilir olduğunu ben de, Etyen Mahçupyan da yazdık), iş neden soykırım olarak görmediklerini açıklamaya geldiğinde pek çok noktada eski inkârcı söylemin parçalı yanlış ve saçmalıklarına sürüklenmeleri.
(4) Osmanlı geçmişiyle barışmak derken nasıl barışacaklarını ve hangi kültür mirasını ne biçimlerde damıtarak sürdürebileceklerini bilemediklerinden düştükleri kabalıklar (“16 Türk devleti”nin önce asker, sonra polis mankenleri; Mimar Sinan ve şimdi Çamlıca camilerinin tarihi estetize edebilme kapasitesinden yoksun gösterişçiliği). (5) Bu bağlamda, Erdoğan’ın kültür konularına da rastgele girmesi (heykel yıktırması; Amerika’yı Müslümanların keşfettiği iddiası; ardından “ben araştırdım, kampüs karşılığı en doğrusu külliye denmesi” yollu demeci) — ki fazlasıyla, Atatürk’ün 1930’lardaki amatör dil ve tarih müdahaleciliğini hatırlatmaya başlıyor.
(6) Sünni sınırları aşamayış. Zorunlu din dersleri. Alevilere ve Alevi sorununa duyarsızlık. (7) Aynı güncel tavrın tarihe dönük uzantısında, bir dizi çifte kimlikli “Bizans kilisesi/Osmanlı camii” binasının tek yanlı bir tutumla kestirmeden cami olarak restore edilmesi ve ibadete açılmasının ardından, asıl Jüstünyen’in büyük Ayasofya’sının ne olacağı endişesi. (8) Kadın sorununda ataerkil gerilik. Kadınların eşitliğine dolaylı-dolaysız çeşitli biçimlerde karşı çıkmak. Kadınların kamusal alanda gülmesi veya yüksek sesle konuşması gibi “dikkati kendilerine çekici” davranışları, haddini bilmekle bağdaşmayan bir cinsellik gösterisi olduğunu imâ ederek ayıp ve günah saymak. Hattâ kadınların hiç çalışmaması ve karı-anne rolleriyle sınırlı bir evsel varlığa geri dönmesini savunmak. kadın bedenine (kürtaj ve sezaryen tartışmalarında görüldüğü gibi) erkek müdahaleciliğinden geri duramamak.
(9) Bu ve benzeri bütün konularda, kraldan fazla kralcı danışman ve medya çevrelerinin oluşması. Bir kısım cahil ve yüzeysel insanlarda, sırf tam bağlı ve sadıklar diye, bir keramet var sanmak. (10) Bir adım ötede, AKP taraftarı medyaya (ki olabilir) müdahaleciliği aşırı boyutlara vardırmak. Hiç çatlak ses çıkmayan, yüzde yüz eleştirisiz bir bağlılık aramak. Dengelilik ve inandırıcılık nedir bilmemek. Belki en kabası ve en amatörcesi, faraza şimdiki seçim kampanyası çerçevesinde, televizyon haber saatlerinde AKP mitinglerinin ve AKP liderlerinin konuşmalarının, baştan sona, eksiksiz ve saatler boyu verilmesinin en iyi propaganda olduğunu sanmak. Gerçekçilikten uzak, eleştirisiz, uyarı kapasitesinden yoksun bir “parti basını”nın nasıl bir felâket, kendine nasıl bir zarar demek olduğunu, tarihteki örneklerine olsun biraz bakarak anlamamış, öğrenmemiş olmak.
Evet, bunlar da benim AKP’ye eleştirilerim işte. Veya bir bölümü. (i) AKP’nin başarıları ve Türkiye’ye kazandırdıkları (askerî-bürokratik vesayetin tasfiyesi, her alanda demokratikleşme, ekonomik büyüme ve gelişme, Kürt ve Ermeni açılımları, belediyecilik, enfrastrüktür, siyasî istikrar) karşısında; (ii) muhalefet partilerinin olumsuzlukları karşısında ikincil kalsa da, söylemekten, anlatmaktan vazgeçmeyeceğim. Bir bölümü muhafazakâr olmaktan; bir bölümü, sırf İslâmî geleneğin kendi içinden gelen (ve başka demokratlık gelenekleriyle harmanlanmamış) bir düşünce hamlesiyle sınırlı kalmaktan kaynaklanan.
Ve beni ya da başka varsa benim gibi insanları rahatsız, rahatsızın ötesinde şüpheci, dolayısıyla bağımsız, bağımsızlıkla birlikte ister istemez yalnız da kılan.