İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’e yakın isimlerden Ali Rıza Zakani, geçen yıl İran parlamentosunda yaptığı konuşmada, ülkesinin artık dört Arap başkentine hakim olmasıyla övünüyordu.
“Üç Arap başkenti bugün nihayet İran’ın elinde ve İslami İran Devrimine ait” diyor ve buna Sana’nın da (Yemen) eklenmesinden duyduğu memnuniyeti dile getiriyordu.
Sergilediği çocukça sevinç, kolayca ellerine geçen bu “servetin” yaşadığımız coğrafyaya ve bu arada ülkesine maliyetinin farkında olmadığını gösteriyordu. Belli ki Zakani, bu “başarının” İran’ın kendi siyaset ve ferasetinden kaynaklandığını sanıyordu. İran gibi “uluslararası toplum” tarafından tecrit edilmiş bir ülkenin, nasıl olup da “ABD’ye rağmen” Yemen’e egemen olabildiğini sormuyordu.
Elindeki hazinenin, Ortadoğu’da etnik ve siyasi gerilimlere, bizi yorup hırpalayan çatışmalara bir yenisini ve belki de en tehlikelisini, mezhep savaşlarını eklemek isteyen güçler tarafından açılmış bir hakimiyet alanı olduğunu görmüyordu.
Perdenin ardındaki hazine
Bir belediye başkanının gençlere hitap ederken verdiği muhteşem bir öğüdü hatırlıyorum. “Gençler” demişti, “biri size ‘şu perdenin ardında bir hazine var, isterseniz alabilirsiniz’ derse onu almayın”, konuştuğu sahnenin ardındaki perdeyi göstererek.
İşte Türkiye onu almadı.
ABD’nin bütün beklenti ve telkinlerine rağmen İran’a yaptırımlara yanaşmadı. Tersine, İran’a bir hava saldırısı ve yaptırım olmaması için “müttefikleriyle” gerilime rağmen çaba sarf etti.
Bunun maliyetini de göze aldı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyesi olarak oyunun kilit önemde olduğu bir tarihi anda, İran’a nükleer programı dolayısıyla yaptırım kararı aldığı oylamada Türkiye, sorunun diplomatik yollarla çözümünü savunup Brezilya ile birlikte “hayır” oyu kullandığında ABD’nin tepkisiyle karşılaşacağını biliyordu.
O günlerde Financial Times, ABD ve Türkiye arasındaki köklü ittifakın, İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda BM Güvenlik Konseyi'nde yapılacak oylamada tarihi bir dönemeçten geçeceğini belirtmiş ve bu kararın, yarım asırdan fazla bir süredir müttefik olan ABD ve Türkiye arasındaki çalkantılı ilişkilerde belirleyici bir rol oynayacağı yorumunu yapmıştı. Türkiye’nin yaptırım karşıtı tutumuyla ilgili olarak görüşlerine başvurulan “ABD’li yetkililer” ise, “umabilecekleri en iyi şeyin Ankara’nın yaptırımlar konusunda çekimser oy kullanabileceği olduğunu” belirtmişler ve “Ankara’nın kullanacağı çekimser oy[un] bile, Washington’ın İran’a karşı oluşturmak istediği uluslararası birliğe dikkat çekmek için gösterdiği çabayı fazlasıyla güçleştirebil[eceği]” uyarısını yapmışlardı.[1]
Ama yine de Türkiye “hayır” oyu vermişti. Laura B. Adam, bu oylamadaki “hayır” oyundan dolayı “Türkiye’nin Batı’ya sadakatinin sorgulandığı” yorumunu yapıyordu.[2]
ABD’nin İran’a saldırmak veya onu hırpalamak için belki Türkiye’ye ihtiyacı yoktu. Ama Türkiye’nin bu işte rol almasını istiyordu. Türkiye kabul etmiş olsaydı, kolay kolay unutulmayacak bir günahla anılacak ve “Müttefik kuvvetler”in katlettiği masumların vebali onun da boynunda olacaktı. Bu da daha fazla bölünmüş ve daha yönetilebilir bir Ortadoğu anlamına gelecekti.
Ama Türkiye direndi. Kendisine uzatılan haram meyveye el sürmemeyi başardı.
Şimdi İranlı vekil, elindeki “hazineye” bakıp seviniyor. Kazandıklarına inanamıyor ve kerametin kendilerinden menkul olduğunu sanıyor. Devletine açılmış hakimiyet alanın tadını çıkarıyor. Bunun ülkesine ve ülkesinin de içinde bulunduğu bütün bir İslam coğrafyasına maliyetinin farkında değil. Kazandığını sandığı Suriye de muhtemeldir ki onun değil, ABD ile Rusya’nın pazarlığına göre şekillenecek.
Ama bütün Suriye’yi toptan ona bağışlasalar ne olacak?
“Tüm bedesten senin olsa ne fayda?” diyordu Kul Himmet. Şimdi İslam coğrafyasında başkentler kazanıyor, ama bütün bir İslam coğrafyasını kaybetme pahasına.
Yazık ediyor.