[24-25 Şubat 2018] Rusya’dan sonra Türkiye’nin demokratları nerede sorusunu sormaya hazırlanıyordum. Ya da, “Türkiye’de demokrasi ve demokratlık 1-2-3.” Evirip çeviriyordum kafamda. Nereden girmeli? Bir kere, en temel ayırımı daha 19. yüzyılda başlayan yukarıdan aşağı demokrasisiz modernite ile daha sonra aşağıdan yukarı ve çeperden merkeze başgösteren demokrasi talebi arasında yapmak lâzım (başta belki modernitesiz bir reaksiyon, ama daha sonra moderniteyle birlikte demokrasi). İki, her ikisinin sahiplerini gösterebilmeli. Özellikle modernite niçin yeni bir sınıfın — evet, kelimenin tam anlamıyla yeni bir sosyal sınıf olan asker-bürokrat zümrenin misyonu, dünya görüşü ve varlık nedeni haline geldi? Buna karşılık dindarlar niçin demokrasiye sığındı ve sarıldı? Gövdesi ve liderleri itibariyle sivil toplum demokrasiden ne umdu, ne bekledi? Üç, merkez-sağ ve merkez-sol bu sosyolojik ayırımın neresinde?
Dört, evet, bir bütün olarak merkez-sağ (Prens Sabahaddin, BMM’deki İkinci Grup, TCF, SCF, DP, AP ve AK Parti çizgisi) genellikle daha demokrat — cebrî yürüyüşçü, marş marşçı merkez-solla (Ahmed Rıza, İttihatçılar, Kemalistler, BMM’deki Birinci Grup, HF, CHF, CHP… ve CHP ve CHP ve CHP ve gene CHP çizgisiyle) kıyaslandığında. İyi de, çok kesin ve mutlak mı bu fark? Sağın ve solun demokrasi çizgileri hiç mi kesişip yer değiştirmiyor, öte tarafa geçmiyor? Sırf Kemalizm hep tepeden inmeci de sağdaki partiler ve politikacılar (örneğin DP ve Menderes, ya da AP ve Demirel) hayatlarının her dönemecinde yüzde yüz demokrat mı kalıyor? Bazen biri diğerinin kapsama alanına girip deyim yerindeyse rol çalamaz mı? İktidarken muhalefet, muhalefetken iktidar olmak da mı hiç farketmiyor bu açıdan?
Dedim ve Mahir Ünal’ın Ocak sonundaki bir demeci geldi aklıma. Biliyorsunuz, Mahir Ünal AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü. Afrin harekâtı konusunda patlak veren tartışmaların bir noktasında, CHP’yi “çoklu kişilik bozukluğu”yla suçladı ve şu çok kritik cümleyi kullandı: “CHP’nin Mustafa Kemal Atatürk ile hiçbir ilgisi kalmamıştır, hattâ CHP’nin Recep Peker ve İsmet İnönü ile bir ilgisi kalmamıştır.” Devamında, CHP’nin artık Atatürk’ten tamamen koptuğunu, hattâ HDP’lileştiğini, öyle ki Selâhattin Demirtaş Atatürk’e karşı CHP başkanlığına adaylığını koysa kazanacağını (yani, ben yorumluyorum, CHP’nin bu derece Kürtleştiği ve PKK’nın eline geçtiğini?!) iddia etti (www.sabah.com.tr 30.01.2018).
Kuşkusuz bu söylem önemli ölçüde bir konjonktür sorunu. AK Parti liderliği nereye baksa, iç veya dış her yönde bir “beka” sorunu görüyor ve çareyi de alabildiğine “millî”leşmekte arıyor. Herhalde bunun da yollarından biri, bu ülkenin şimdiye kadar benimsediği en kapsayıcı değerleri koopte etmek gibi görülüyor. En önemlileri Atatürk ve İnönü, bir yönüyle tabii Millî Mücadele’nin iki büyük lideri. Ama bu “dış” boyutlarının yanında bir de “iç” boyutları söz konusu. Zira her ikisi düşman işgalinin defedilmesinin ardından büyük koalisyonu, geniş “Müslüman yurtseverliği” birleşik cephesini bozup iktidarı bir kere daha radikal modernistlerin tekeline alan kişiler. Tek Parti rejiminin kurucu ve mütehakkim yöneticileri. Demokrasisiz modernizm de, otoriter laisizm de, Müslümanların siyasetin ve kamusal alanın dışına sürülmesi de en çok onlarla özdeş. Dolayısıyla çok uzun süre dindar-muhafazakâr kesimin, yani nasıl desem, belki şeklen saydığı ama iş sevmeye gelince pek sevmediği isimler. Hele bir ideoloji olarak Kemalizm veya Atatürkçülük, bundan yirmi yıl önce AK Parti’ye bağlanan ve sırtlayıp bugünlere getiren kitlenin ne kimliği, ne ruhu, ne dünya görüşü, ne aidiyeti. Olsa olsa mefhumun muhalifi.
Oysa şimdi özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, özellikle Atatürk’le barışmak niyetinde. Yukarıda sözünü ettiğim iki boyuttan ikincisini unutmak istiyor gibi, hem kendisi hem tabanı açısından. Diktatörlük yok veya bağışlanmış; geriye sadece “dış” boyut kalmış: İstiklâl Harbi’nde ilk beka mücadelesinin üstesinden gelen kahraman. Şimdi Erdoğan da benzer bir bağımsızlık ve beka savaşı veriyor; dolayısıyla normal, bu yönüyle Atatürk’e uzanması. Durum birçok bakımdan, Nazizm tehlikesi yaklaşırken Sovyetler Birliği’nin “sosyalist anavatana bağlılık” fikrinin yetmeyeceğini görüp daha açıkça Rus milliyetçiliğini benimsemesi ve meselâ Sergey Eisenstein’ın ünlü Alexander Nevsky (1938) filmini çevirerek bu “Novgorod, Vladimir ve Kiev Prensi”ni, yani dört dörtlük bir büyük soyluyu kahramanlaştırdığı (Nevsky’nin 13. yüzyılda savaştığı zırhlı Töton Şövalyeleri’nin, Hitler’in modern panzer tümenlerinin metaforuna dönüştüğü) dönemi hatırlatıyor.
Hem biraz anlıyorum, hem de tarihçilik açısından bu kadar pragmatizm canımı yakıyor kuşkusuz. Yeri gelmişken belirteyim; aynı şey Abdülhamit için de geçerli. Tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan ve tabanı (veya değişen tabanı, veya tabanının bir kesimi) için II. Abdülhamit, hem “dış” hem “iç” boyutlarıyla daha önemli ve komple bir simge teşkil edebilir. Zira imparatorluğu dikkatle koruyup kırk yıl daha yaşattığı gibi, yerli politikalarıyla da (anti-modernizmi değil) İslâmî damarı güçlü bir muhafazakâr modernizmi temsil ediyor. Ama ilkinin, yani dışarıya karşı başarının verdiği meşruiyet olmasaydı, tek başına ikincisi yeterli olmazdı sanırım. Kuşkusuz Atatürk ile Abdülhamit’i bağdaştırmak kolay değil, en azından öznel bilinçleri nedeniyle ve başka birçok bakımdan. Dolayısıyla birbirlerine eklemlenmeleri ve hepsinin yeni bir politik panteon’da, yeni bir kahramanlar galerisinde yanyana yer alması problemsiz olmayacak. Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından bu ilişkinin temel asgarisinde, belki biricik asgarisinde, birer kudret timsali olarak Abdülhamit ve Atatürk yer alacak.
İyi de, bu iş Recep Peker’e kadar uzanmak zorunda mı? Tarih bu kadar da yeniden yazılıp tersyüz edilebilir mi, siyasî fayda uğruna? Ya da Mahir Ünal mı tam bilmiyor, Recep Peker’in kim ve ne olduğunu? Haydi diyelim ki Atatürk ve İnönü için önemli bir temsiliyet ve kucaklayıcılıktan söz etmek mümkün. Oysa Recep Peker için bu da olanaksız. Tam bir ceberrut asker-devletçi. Tek Parti diktatörlüğünün olabilecek en haşin çehresi. Her türlü çok-partilileşme girişiminin amansız karşıtı. İcabında demokrasi özlemiyle “Zigana Dağında portakal mı yetişirmiş” diye alay edecek veya liberalizme “vatan hainliği” yaftası asacak kadar da nobran. 1933’te İstanbul Üniversitesi’nde verdiği İnkılâp Dersleri’ndeki kestirmeci dogmatizm ve merhametsiz Jakobenizm, hemen bir iki yıl sonra Stalin’in riyasetinde kaleme alınan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’ne taş çıkartır.
Bunlar size yeterince kötü gelebilir. Ama beterin de beteri var. (1) Recep Peker, Türkiye’nin kendi otoritarizm ölçülerinin çok ötesinde, düpedüz Faşizme ve Nazizme hayran. Ne kadar? 1936’da Kâtib-i Umumi’yken (parti genel sekreteri) gittiği İtalya’dan dönüşte yazdığı raporda, TBMM’nin üzerinde bir Faşist Konsey kurulmasını önerecek kadar. Bu denli nefret ediyor, seçimlerden ve parlamentonun özerk varlığından. İnönü’nün aymazlığına da tepki duyan Atatürk bizzat müdahele ediyor ve Recep Peker hemen ertesi gün genel sekreterlikten uzaklaştırılıyor.
(2) Atatürk’ün ölümünden sonra geri gelmeyi başarıyor bir şekilde. Fakat çok partili seçimlere karşı ve Demokrat Parti’ye hep düşman. 1946-47’deki son ve kısa başbakanlığı sırasında, astığı astık kestiği kestik tavrıyla iki parti arasındaki gerginliklerin esas kaynağı. Madalyonun diğer yüzünde, örneğin Celâl Bayar’ın en yetkili ağzından muhalefet “Recep Peker’le demokrasi yapılamayacağı” kanısında. 1947’de bir defasında Adnan Menderes’in TBMM’deki bütçe eleştirilerini “kötümser, psikopat, mariz bir ruhun ifadesi” diye niteliyor. DP’nin yayılması ve taraftar toplamasını önlemek için (bir vakitler Serbest Fırka’ya reva görülen muamele misali?!) önüne gelen gazeteyi kapatıp sorumluları hakkında dâvâ açtırıyor. Bildiğini okuyor; 12 Temmuz (1947) Beyannamesi’nde ifade bulan uzlaşma arayışına zıt bir çizgi izlemeyi sürdürüyor. Öyle ki, bütün gazeteciler yargılanıp suçsuz bulunduktan sonra bile, kapatılan gazetelerden Tasvir’in açılmasını İnönü neredeyse emretmek zorunda kalıyor Recep Peker’e. Derken 4 Ağustos 1947’de zamanın cumhurbaşkanı güncesine, başbakanının “benim yeni politikamı takip etmek kudretini kendinde bulamadığı” için istifa etmek istediğine dair bir not düşüyor. İnönü’nün daha ılımlı bir çizgi arayışına karşı CHP’nin “müfrit”leri ise Recep Peker’in etrafında toplanıyor. İşte bu çok tehlikeli. Keskinleşen çatışma, daha 26 Ağustos’ta kendi grubundan güvenoyu alan Recep Peker’i 9 Eylül’de istifaya götürüyor.
Bütün bunlardan sonra hakikaten kavrayamıyorum, Mahir Ünal’ın CHP’yi neden “Recep Peker’le bir ilgisi kalmadı” diye eleştirdiğini. Düşünün: Tek Parti geleneğinden çok çekmiş bir merkez-sağın temsilcisi, CHP’yi o Tek Parti geleneğinin doruğundaki Recep Peker’den kopmakla suçluyor. İyi de, söz konusu gelenekten kopmamakla eleştirmiyorlar mıydı yakın geçmişte? Dersim, örneğin, ya da Kürt sorunu, hep bunun bir parçası değil miydi? Bayar ve Mendereslerden ilham almıyor muydu AKP bugüne değin? Peki, 1946-50 geçişinde kiminle ve neyle mücadele ediyordu o Bayar ve Menderesler? Yani şimdi o günlere mi dönsün CHP? Azıcık gelişmiş, evrilmiş, ideolojik bakımdan o kadar katı Atatürkçü, Pekerci, Tek Partici olmayan bir konuma gelmiş. Bu mu kötü olan? Rol modeli diye yetmiş yıl gerilere gidip Recep Peker’e mi rücu etsin?
Yoksa şimdi, bu konjonktürde Recep Peker de mi AK Parti için bir rol modeli?