[30 Ağustos 2018] Marksizm ve ahlâk dizisinin dördüncüsünü 21-22 Temmuz’da kaleme almış ve sonra durmuşum; işler ansızın çok bastırdığından, getirememişim arkasını. O düşünce silsilesini tamamlayamadığım için, başka konulara girmek de gelmemiş içimden. Aklıma gelen fikirleri not etmekle yetindiğim, neredeyse kırk gün olmuş.
Ve bir kere daha, artık dayanamadığım; içimden yükselen bir tepki beni yaz… beni yaz… beni yaz… diye zorladığı için, in medias res, ortalarda bir yerden dönüyorum kamusal alana.
* * *
Daha da gerilerde, 24-25 Şubat’ta, yani bundan altı ay kadar önce, Recep Peker de mi rol modeli? diye bir iktidar eleştirisine yer vermişim. Zamanın AKP genel başkan yardımcısı ve parti sözcüsü Mahir Ünal’ın Ocak sonundaki bir demeci vesile olmuş. Afrin harekâtı tartışmalarının bir noktasında Ünal, şu çok kritik cümleyi kullanmış: “CHP’nin Mustafa Kemal Atatürk ile hiçbir ilgisi kalmamıştır, hattâ CHP’nin Recep Peker ve İsmet İnönü ile bir ilgisi kalmamıştır.” Devamında, CHP’nin artık Atatürk’ten tamamen koptuğunu, hattâ HDP’lileştiğini, öyle ki Selâhattin Demirtaş Atatürk’e karşı CHP başkanlığına adaylığını koysa kazanacağını (yani, ben yorumluyorum, CHP’nin bu derece Kürtleştiği ve PKK’nın eline geçtiğini?!) iddia etmiş (www.sabah.com.tr 30.01.2018).
Bana çok ama çok tuhaf gelmiş, Türkiye’nin Prens Sabahattin’lerle başlayan görece liberal, sivil, merkez-sağ geleneğinden böyle bir suçlamanın yükselmesi. Yani CHP’nin, devletçi Tek Parti diktatörlüğünün belki en güçlü, en hoyrat, en hotzotçu, en sevilmeyen, en astığı astık kestiği kestik simgesi Recep Peker’den kopması mı daha iyi, kopmaması mı daha iyi? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bir yandan Atatürk’le barışıp ve diğer yandan Abdülhamit’i rehabilite edip, aslında düşünsel bakımdan birbirine çok zıt bu iki ismi yanyana koyma eklektisizmini anlayabilirim, demişim, bir yere kadar. Ama aralarına bir de Recep Peker girmek zorunda mı? Saymışım: “Her türlü çok-partilileşme girişiminin amansız karşıtı. İcabında demokrasi özlemiyle “Zigana Dağında portakal mı yetişirmiş” diye alay edecek veya liberalizme “vatan hainliği” yaftası asacak kadar da nobran. 1933’te İstanbul Üniversitesi’nde verdiği İnkılâp Dersleri’ndeki kestirmeci dogmatizm ve merhametsiz Jakobenizm, hemen bir iki yıl sonra Stalin’in riyasetinde kaleme alınan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’ne taş çıkartır.”
Ayrıca “Türkiye’nin kendi otoritarizm ölçülerinin çok ötesinde, düpedüz Faşizme ve Nazizme hayran. Ne kadar? 1936’da Kâtib-i Umumi’yken (parti genel sekreteri) gittiği İtalya’dan dönüşte yazdığı raporda, TBMM’nin üzerinde bir Faşist Konsey kurulmasını önerecek kadar. Bu denli nefret ediyor, seçimlerden ve parlamentonun özerk varlığından. İnönü’nün aymazlığına da tepki duyan Atatürk bizzat müdahele ediyor ve Recep Peker hemen ertesi gün genel sekreterlikten uzaklaştırılıyor.”
Atatürk’ün ölümünden sonra geri gelmeyi başarıyor bir şekilde. Fakat çok partili seçimlere karşı ve Demokrat Parti’ye hep düşman. “1946-47’deki son ve kısa başbakanlığı sırasında, astığı astık kestiği kestik tavrıyla iki parti arasındaki gerginliklerin esas kaynağı… 1947’de bir defasında Adnan Menderes’in TBMM’deki bütçe eleştirilerini “kötümser, psikopat, mariz bir ruhun ifadesi” diye niteliyor. DP’nin yayılması ve taraftar toplamasını önlemek için (bir vakitler Serbest Fırka’ya reva görülen muamele misali?!) önüne gelen gazeteyi kapatıp sorumluları hakkında dâvâ açtırıyor… Öyle ki, bütün gazeteciler yargılanıp suçsuz bulunduktan sonra bile, kapatılan gazetelerden Tasvir’in açılmasını İnönü neredeyse emretmek zorunda kalıyor Recep Peker’e… İnönü’nün daha ılımlı bir çizgi arayışına karşı CHP’nin “müfrit”leri ise Recep Peker’in etrafında toplanıyor… Keskinleşen çatışma, daha 26 Ağustos’ta kendi grubundan güvenoyu alan Recep Peker’i 9 Eylül’de istifaya götürüyor.”
Bütün bunlardan sonra sormuşum: Öyleyse niye AKP sözcüsü CHP’ye Recep Peker’i örnek gösteriyor ve onun yolundan ayrılmakla suçluyor? “Yoksa şimdi, bu konjonktürde Recep Peker de mi AK Parti için bir rol modeli?”
* * *
O günlerde, bu yazımı haksız bulanlar çıktı, AKP’nin merkez çizgisine yakın okurlarım arasından. Mahir Ünal’ın kastı bu değildi, dediler. O sadece CHP’yi “çoklu kişilik bozukluğu”yla suçluyordu. Yoksa AKP’nin, kendisine Tek Parti dönemini örnek alması asla söz konusu olamaz. Hiç endişeniz olmasın. Göreceksiniz, şimdi ve zamanı geldiğinde yapılacak olan başkanlık seçimlerinden sonra (o sırada 24 Haziran’da erken seçim diye bir şey yoktu gündemde), AK Parti ferah bir demokrasi ve insan hakları çizgisinde yürümeye devam edecek.
Ve altı ay sonra bugün… Öyle mi? Kimin iyimserliğine karşı kimin korkuları haklı çıktı ve çıkıyor? Süleyman Soylu hangi fikriyatın, hangi rol modelinin, eskiden Atatürkçülüğe ait hangi “mutlak iktidar” ceberrutluğunun devamı? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2011’de Berfo Ana’ya verdiği söz ile Süleyman Soylu’nun 2018’de yaptıkları arasındaki tezat, nasıl bir dönüşü yansıtıyor?