Türkiye siyasetini bilen ‘gerçekçi’ tahmincilerin beklentisine uygun olarak AKP ile CHP arasında bir işbirliği gerçekleşmedi. Bir taraf Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın arka planda engelleyici bir rol oynadığını, diğer taraf da CHP içindeki hizipsel yapının Kılıçdaroğlu’nu bazı katı isteklere mecbur kıldığını öne sürebilir. Öte yandan her iki parti teşkilatında ve tabanında diğerine karşı önemli ölçüde dışlayıcı bir yaklaşımın olduğu biliniyordu. Böylesine farklılaşmış ve diğerini ötekileştirerek siyasi kimlik üretmiş iki partinin anlamlı bir işbirliğinde uzlaşması ‘gerçekçi’ bir bakışla zaten zordu…
Ama bu koalisyon görüşmeleri süresinde ilginç bir gelişme yaşandı: Hangi siyaseti desteklerse desteklesin, siyasete nesnel bakabilen ve saygınlığı olan hemen herkes söz konusu işbirliğinin başarılmasını istedi. Buna şu veya bu partinin değil, Türkiye’nin ihtiyacı olduğu düşünüldü. Bu bakışın temelinde iç ve dış politikanın ayrışması esasına dayanan Soğuk Savaş dönemi siyaset mantığının artık aşılması gerektiği fikri yatmaktaydı. Türkiye çok uzun yıllar dış politikanın bürokrasiye terk edilmesinin verdiği rahatlık içinde, toplumsal kırılmaları kullanan, onları suiistimal eden bir siyasetle yönetildi. Devlete egemen olan laik-Türk kadrolar ve onları çevreleyen iş ve kültür dünyası, azınlık olmalarına rağmen yönetim üzerinde tekel yarattılar. Bunun yolu kimliksel farklılıkları derinleştirmek ve bu sayede çoğunluğu merkezin dışında tutmaktan geçiyordu.
On üç yıllık AKP iktidarı devrimsel bir hamleyi ifade etti. Önce siyaset üzerindeki bürokratik vesayet geriletildi. Ardından merkezin dışına itilmiş olan ikinci büyük sosyolojik tabanla, yani Kürtlerle yeni bir toplumsal birlikteliğin yolları aranmaya başlandı. Bu arada taşranın bir bütün olarak ekonomik ve siyasi ağırlığı arttırıldı. Bu üç hamlenin ürettiği sinerji Türkiye’yi ilk kez demokrasinin eşiğine getirdi. İlk kez demokrasi sadece seçim kazanmak ve rakipleri iktidarın dışında tutmaktan ibaret bir ‘oyun’ olmaktan çıktı.
Ancak tüm bu süre boyunca AKP her yönden direnişle baş etmek zorunda bırakıldı. Kritik unsur geçmiş rejimin ve yönetim yapısının ‘ruhunu’ temsil eden, sosyolojik olarak ‘beyaz’ yani laik Türklerin partisi CHP’nin tavrıydı. Siyasete ‘gerçekçi’ yaklaşanlar yanılmadı… CHP her türlü işbirliğini reddetmeye dayanan bir strateji izledi. Meclis Anayasa Komisyonunda kabul edilen maddelerin yasalaştırılmasından, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun oluşmasıyla ilgili yasaya kadar AKP’nin uzattığı her el CHP tarafından reddedildi. Cumhuriyet’i kuran ve Kemalist ilkeler çerçevesinde sahiplenen bir partinin karşılaştığı tarihsel yenilgiyi hazmetmesi kolay değildi…
Haziran seçimleri beklenen imkanı yarattı. AKP hala seçimin galibiydi ama artık tek başına iktidar olamayacaktı. CHP ve takipçilerinin yenilgi duygusunu izale edebilmelerini sağlayacak psikolojik ortam doğmuştu. AKP/CHP işbirliği yüzünü geleceğe çevirmiş bir restorasyon ve reform hamlesini mümkün kılabilirdi. Yüzde 25’i aşmakta zorlanan CHP’nin iktidara ortak olması onlar açısından siyasi başarı merdiveninde niteliksel bir sıçramayı ifade ediyordu. AKP’liler ise bu koalisyona psikolojik olarak hazır değillerdi. On üç yılın ardından bunu bir yenilgi olarak görüyorlardı…
Bu denklemde Erdoğan’ın etkisi ön sıraları işgal edecek bir güce sahip değildi ve olmadı da. Asıl mesele CHP’nin AKP’ye ‘reddedemeyeceği’ bir teklifte bulunma yeteneğine, becerisine ve siyaset zekasına sahip olup olmadığıydı. Sonuçta kimse şaşırmadı… ‘Gerçekçilerin’ tahmini doğru çıktı.