İdealist duygularla Anadolu’ya gelen, bir süre sonra mekânın ve çevrenin iğvasına kapılıp herkes gibi nemelazımcı suistimalci birine dönüşen Yazı İşleri Müdürü Agâh Bey’in başından geçenler… Refik Halit Karay’ın “Şeftali Bahçeleri” hikâyesi yıllar önce “Memleket Hikâyeleri” adlı kitabını okurken dikkatimi çekmiş ve üzerinde durulması gerektiğini düşünmüştüm. Okunmayı ve üzerine yazılmayı hak eden metinlerin çokluğundan birçok hikâye ve romana tekrar dönmek zaman alıyor.
Nihayet Dergisi Yayın Yönetmeni Fatma Barbarosoğlu her ay bir hikâyeyi yuvarlak masa toplantısıyla konuşup yayınladıklarını söyleyip, bu hikâyede masada olmamı teklif edince severek kabul ettim. Haziran 2015 sayısında altı okur yazar hikâyeyi enine boyuna konuştuk.
Kurtuluş Savaşı zamanı Anadolu’da şeftali bahçeleriyle ün salmış bir kasabada devlet memurları zevkü safaya dalmış, memleket hizmetini askıya almışlardır. Her gün akşamüzerleri heybelerine yiyecek ve içecekleri doldurdukları merkepleriyle yola çıkıp çocukların ve halkın gürültüsünden uzaklaşmakta, geç vakitlere kadar eğlenmektedirler. Müptezelliğin dibe vurduğu yaşam tarzı, sorumluluk duygusu, görev bilinci, helal haram gibi bütün değerleri silip süpürmüştür. Ekserisi orta yaşlı olan adamlar çeşitli sebeplerle Anadolu’ya sürülmüş olduklarından terfi umutları da yoktur ve kendilerini safahata vururlar.
Peki, burada halkın tepkisizliği, talepsizliği şöyle dursun ellerinden gelen hizmeti yapmalarına, bu adamların keyfi için yaşlı genç demeden seferber olmalarına ne demeli? Bu durum zamanın emreden, efendi olan, gücü kendinden menkul devlet anlayışıyla ilgili olabilir. Fatma’nın dediği gibi sadece vergi toplamak, iş buyurmak, çocuğunu askere almak isteyen devletle ve onun bürokrasisiyle mümkün mertebe az karşılaşmak, isteklerini yerine getirerek göze batmamak istiyorlardı belki. Yoksa bu atalet itiraz edilecek, hesap sorulacak bir vahamettir.
Agâh Bey mülkiyeden mezuniyetinden sonra mevcut yönetimle ters düşüp Avrupa’ya kaçar, ancak nüfuzlu bir yakınının tavassutuyla tekrar İstanbul’a döner. Tam dört ay zaptiye nezareti tutukevinde sebepsiz kaldıktan sonra bu kasabaya tahrirat müdürü olarak atanır. Edebiyat eleştirmenlerine göre Agâh ismi boşuna seçilmemiştir; o aydınlanmış ve aydınlatacak olan bir bireydir çünkü. Aslında kurgu ve gerçeklik arasında geçişkenlikler var. Karay (1988-1965) da zamanın gadrine uğradı ve eleştirel yazıları yüzünden II. Meşrutiyet’ten sonra başta Sinop olmak üzere çeşitli şehirlere, hatta Beyrut ve Halep’e sürüldü. Agâh kendi yaşamından da izler taşır kahraman üreten her yazarda olduğu gibi.
Agâh Bey ‘dünya ahvalinden habersiz, nazariyatla büyümüş, dik başlı’ safahattan anlamadığı için kuru zevkli görünen bir adamdır. Anadolu içlerinde hanlarda kalıp köylerde yatarak görev yerine gelirken yüreğini gam, keder kaplar. Memleketine ciddiyetle hizmet etme aşkı yüreğini sarar. Islahat, imarat, teşkilat gibi ağır kelimelerle doludur zihin dünyası. Bütün nemelazımcı memurları yola getireceğinden, küçücük beldede büyük işler göreceğinden, herkese parmak ısırtacağından kuşkusu yoktur. Daha nice hayaller, yüce duygular.
Memleketi kaplayan tembelliği, durgunluğu havsalası almıyor, bu ufak memuriyeti küçümsemeden işe koyulmak istiyordu. Kayıtsızlığa son verme deneyimini küçük ölçekli kasabada kazandıktan sonra daha büyük işler için kolları sıvayacak, sistemli çalışan Avrupai bir hükümet adamı olma yolunda ilerleyecekti.
Hikâyenin altında ‘Feneryolu, 1919’ yazıyor. Yazıldığı tarih tüyler ürpertici. İnsanlık I.Dünya Savaşı acılarıyla boğuşuyor, biz Çanakkale savaşından çıkıp 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamışız, kopmuş bir tespihin taneleri gibi dağılıyoruz, ordu ve donanma teslim alınmış, İstanbul işgal edilmiş ama Şeftali Bahçelerinde keyif çatıyor kimileri.
Bu durum abartılı gelse de insan acılar kendi kapısına gelip dayanana kadar süreci algılamakta hakikatle yüzleşmekte zorlanan bir varlık. Savaşlar daima kurbanları da, kurbanlar üzerinden yükselen zenginleri ve keyif ehlini de aynı anda yaratıyor ne yazık ki. Kaymakam Agâh Bey’e burada işlerin azlığından, kendini paralamasının lüzumsuzluğundan dem vuruyordu. Bahçelerin methü senasına aldırmayıp kasabada bilmediği sokaklarda yabanlık içinde gezerken, halk şaşkınlık içinde onu izliyor, bir anlam veremiyordu bu duruma.
Bu vurdumduymaz erkâna daha haşin, ciddi ve azimli görünme kararı aldı. Terakkiden, medeniyetten söz açtıkça nutuklarını uyuşmuş halde dinliyor ve konuşmaları sinirli haline veriyorlardı. Hikâyenin gerilim noktası Agâh Bey’in zaman içinde bu ortama uyum sağlaması, hatta boş vermenin dibini bulması.
Peki kırılma noktası nedir? Nasıl oldu da bu kadar halisane idealler besleyen bir adam bir odadan diğerine geçer gibi doğallıkla eyyamcıların safında buldu kendini? Zamanla iş arkadaşları ve çevresiyle yaşadığı çatışma kendi iç çatışmasına evrildi? Burada mekânın iradeyi kıran etkisinden, düşünceleri dönüştürücü gücünden söz etmek mümkün. Çalışıp çabalamanın, güzel hedeflere ulaşmak için emek vermenin mekânı olan odası ve hizmet binası kasvetli görünmeye, ne yapıyorum burada tek başıma duygusu vermeye başladı ilkin. Destek görmemesi yüzünden hiçbir işin yürümemesi, kimsesizlik ve boşluk duygusu yaratınca dışarıdaki hayatın nefsani cazibesi onu yoldan çıkarmaya başladı. Benliğindeki dengeler eğlenceli hayata doğru kayıyordu artık.
Gelişinden birkaç ay sonra muhasebecinin ‘bir kez olsun gelmekten bir şey çıkmayacağı, bu sefer de gelmezse artık kırılacakları’ sözleri ikna olmasına yetti sonunda. ‘Bir defa gidip şu âlemi görmesi muvafık olurdu, belki de eğlenirdi, tabiatın güzelliğine bu kadar çekingen durmak saçmaydı.’
Çalışma koşulları, üretme felsefesi, Weber’in “Protestan Ahlakı”, “Metropolis” filmindeki kapitalizm eleştirisi, tembellik hakkı daha nice konulara kapı aralıyor hikâye. Bir de her manada kirlenmiş, gürültülü, büyük şehirden kaçıp taşrada dingince çalışma hayali var.
Günümüzde de böyledir. Güya yazmak üretmek bir şey başarmak uğruna kaçılan sakin yerlerde de insan onu alıkoyacak şeyi bulup baştan çıkar kolayca. Sakinlik içinde üretmek, disiplinli biçimde bir hedef uğruna çabalamak için gereken mekân, insanın içinde bir yerde saklı. Dünyayı dolaşmakla bulunamaz çoğu kez, kararlılık yurdudur orası.
Ülke yıkılırken içine düştüğü bu gamsız ömür yüreğinin ateşini söndürmüştü ve şimdi geçen günlerdeki hizmet, imar, ıslahat gibi fikirlerini hatırladıkça arkadaşlarına kendini mazur göstermek için “toyluk, ne yaparsın” diyordu Agâh Bey.