Ana SayfaYazarlarResmî ideolojinin gücü (4)

Resmî ideolojinin gücü (4)

Uzunca bir ara oldu. Son yazının üzerinden epey bir vakit geçti, köprülerin altından çok sular aktı. Ancak çıkılan yoldan geri dönmek de olmaz. Onun için Orbay’ın anıları üzerinden bahsini ettiğimiz resmî ideoloji derslerini tamamlamak lazım. Ama önce biraz hatırlatma ve toparlama yapmalı.

 

Orbay’ın yaşadıklarından hareketle başlıca üç ders çıkarabileceğimizi söylemiştim. Birincisi, geçmişte çok nazik makamları işgal etmeniz ve kudretli olmanızın size resmî ideoloji karşısında daimî ve mutlak bir koruma sağlamayacağıdır. Bağlılığınız sorgulanmaya başlandıktan sonra kısa bir süre içinde zirveden en dibe itilebilirsiniz.

 

İkincisi, resmî ideolojinin gücünü tahkim etmek için yerel veya kısmî bir sorunu genel bir fırsat olarak kullanma becerisidir. CHP iktidarının Şeyh Sait İsyanı’nı gerekçe gösterip bu hadiseyle uzaktan yakından bir alâkası bulunmayan TCF’yi kapatması ve kendine muhalif gördüğü tüm mahfillerin üzerinden geçmesi, bunun mümtaz bir misalidir.

 

Liderin dokunulmazlığı

 

Gelelim üçüncü ve son derse; bu da liderin dokunulmazlığıdır. İktidar birçok hatâ yapabilir, hayatî yanlışlara düşebilir, kasten kötülükler edebilir — ama lider asla bunlardan sorumlu tutulamaz. Hatâyı yapan, yanlışa düşen ve kötülüğü eden hep başkalarıdır. Liderin olan bitenlerden ya haberi yoktur, ya geç bilgi edinmiştir, ya da menfiliği önlemeye gücü yetmemiştir. Eğer doğru yoldan bir sapma varsa, bunun müsebbibi lider değil, onun çevresinde yuvalanmış şer odaklarıdır.

 

Orbay da bunu yapar; başına gelenlerden öncelikle İsmet İnönü ve Recep Peker olmak üzere “Atatürk’ün etrafını” sorumlu tutar, liderin kendisini ise — tabiri caizse — temize çeker. Anlatalım: Orbay’ın çilesi TCF’nin kapatılmasıyla nihayete ermez; kapıda kendisini bekleyen çok daha ağır bir imtihan vardır: İzmir Suikastı (*). Orbay, Mustafa Kemal’e suikasta teşebbüs etmekle itham edilir. Hayatta kendisini en fazla üzen ve rencide eden olay budur.

 

“Suikast denen sapıklık”

 

Zira bunu yaşamı boyunca “en nefret ettiği şeyle suçlanmak” olarak niteler. Ona göre suikast, bir sapıklıktır.

 

“Bütün ömrüm boyunca, namertçe ve sefilce bir hareket saydığım suikast denen sapıklığın herhangi bir tezahürüne nerede ve ne zaman şahit oldu isem, daima nefretle red ve men eylediğimi beni yakından tanıyanların hepsi pekâlâ bildikleri gibi, bilhassa beni bu hususta ithama kalkanların, herkesten iyi bilmemelerine imkân yoktur. O kadar ki içlerinde teşebbüs ettikleri suikastlar, tarafımdan muhalefetle men edilmiş olanları bile vardı.” (Cilt 2, s. 196)

 

Suikasta teşvik suçlamasına maruz kaldığında Orbay yurt dışındadır. Anayasaya aykırı bir şekilde yasama dokunulmazlığından mahrum kılınır ve hakkında tevkif müzekkeresi çıkarılır. Kendisine Londra Büyükelçiliği görevlilerince tebliğ edilen bu müzekkere üzerine Orbay, Meclis Başkanlığına bir mektup yazar.

 

Mektubunda, bir süreden beridir ülkede vicdan ve fikir hürriyetinin boğulduğunu, kanunsuz bir topluma doğru gidildiğini ve daha önce vatandaşlara yönelen saldırıların artık Meclise yöneldiğini anlatır. Siyasî hasımlarından ve şahsî düşmanlarından oluşan İstiklâl Mahkemesi’nin tutuklanma kararını bir tuzak olarak yorumlar ve uymayacağını söyler.

 

“Çünkü: Masuniyetine kasem ettiğim Teşkilat-ı Esasiye Kanununun ihlâline bilerek muvafakat suretiyle yardım etmeyi, vatan ve milletime karşı hıyanet telakki ederim.” (Cilt 2, s. 199)

 

Meclis Başkanı Kâzım Bey, Orbay’ın mektubuna kısa bir yanıt verir. Türkiye’de “hürriyet-i kelâmın mukaddes ve müemmen” (ifade özgürlüğünün kutsal ve teminat altına alınmış) olduğunu belirtir. Orbay’dan İstiklâl Mahkemelerinin adaletine güvenmesini ister. Ona, mahkemenin huzuruna çıkmaktan kaçınmamasını tavsiye eder. Ve yargılama bittiğinde masumiyetinin ortaya çıkmasını temenni ettiğini bildirir. 

 

“Bağiler Heyeti”

 

Kâzım Bey’in cevabî mektubundan hayrete düşen Orbay, bu kez çok daha sert bir mektup gönderir. Anayasanın alenen çiğnendiğini “Türkçe bilen herkesin anladığını” söyler. İstiklâl Mahkemesini “bu ismi gayri meşru bir şekilde kullanan kanun dışı bir bağiler heyeti” olarak tanımlar. Kendi hayatını da tehlikede gördüğü için korkudan onları gerçek bir mahkeme gibi sunan Meclis Başkanının tavsiyesiyle bağlı olmadığını belirtir:

 

“Fakat sizin tavsiye buyurduğunuz gibi, hunhar ve gasıp bağilerden mürekkep ve her birinin gözünü hırs ve ihtiraslarının kanı bürümüş gayri meşru bir heyet ile bunların müzahirlerine karşı böyle bir mecburiyetten hamdolsun müstağniyim.”  (Cilt 2, s. 207)

 

Orbay mektubunda hakkındaki iddialara da ayrıntılı cevaplar verir, her birini tek tek çürütür. Gayesi kendisini savunmak değildir. Çünkü ne kendisini savunmasını gerektirecek bir hatâ yapmıştır, ne de “eşkıya yatağı” olarak nitelediği bir heyetin kararlarına değer vermektedir. Başına gelenleri tafsilatlı olarak açıklamasındaki maksat, hâkim cübbesi giymiş bu eşkıyanın ve onlara yardım eden hükümet üyelerinin yaptıkları anayasa darbesi hakkında “milletin mukadderatının yegâne hâkimi olan Büyük Millet Meclisi âzâlarını” bilgilendirmektir.

 

Düzmece dâvânın sonu

 

Tamamen düzmece olan bu dava Orbay’ın uzun bir müddet sürgünde yaşamasına neden olur. Bu arada bir genel af çıkar; dostları Orbay’dan bunu vesile kılıp dönmesini ister; ancak Orbay affın “haysiyetine sürülen bu çamuru tamamen ref ve izale etmediğini” belirterek dönmeyi reddeder. Ne var ki aile büyüğünün vefat etmesi ve kardeşlerinin artık ailenin başına onun geçmesi yönündeki ısrarlarına daha fazla direnemez ve İstanbul’a döner.

 

Dönem değişmiştir. Önce Kastamonu mebusluğuna seçilir; sonrasında Londra büyükelçiliğine atanır. Ancak dış politikadaki anlaşmazlık ve Hariciye’de işlerin yürüme biçiminden duyduğu rahatsızlık yüzünden büyükelçilikten de istifa eder ve siyasi hayatını noktalar.

 

Bütün bunlar olup bittikten sonra da Orbay, Mustafa Kemal’e suikastle suçlanmasına, suçlanabilmesine hâlâ hayret eder. Mustafa Kemal’e olan sevgisini şöyle anlatır:

 

“Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet… İçimizde memleketi kurtarmağa ve milleti selamet yoluna ulaştırmağa en kabiliyetli ve liyakatli olduğuna kat’i şekilde inanarak, kendisini baş bilip bütün kalbimiz ve varlığımızla bağlandığımız Mustafa Kemal’e olan bu en samimi duygularımızın kaynağı vatan ve millet sevgisi idi ki, bizim hâlâ bu sevgi ile meşbu olan yüreklerimizde her şeye rağmen ne olursa olsun, şahsi menfaatler, ihtiraslar, ikbal düşkünlükleri gibi daima yabancısı olduğumuz, memleket hesabına zararlı bulduğumuz eğilimler yer almıyordu. Gerçek işte bu idi.” (Cilt 2, s. 247-248)        

 

Mustafa Kemal’in de bu gerçeği bilmesi gerektiğini söyler Orbay. “Mustafa Kemal’in emniyeti bahis mevzuu olunca vatan ve milletin selamet ve emniyeti derecesinde kıymet vererek, icabında kendi hayatımı siper etmekte tereddüt etmediğimi kendisinin herkesten iyi bilmesi icap ederdi.”  

 

Öyleyse Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünde bulunmak gibi akıl almaz bir suçlamaya nasıl muhatap olmuştu?  Mustafa Kemal neden bu saçmalığın önüne geçmemişti? Orbay, burada da faturayı Mustafa Kemal değil onun yanındakilere keser:

 

“Ben kendisinin memleketi kurtarmak için en yüksek kudreti haiz bulunduğunu bilerek, öteki açık sözlü ve açık yüzlü, samimi arkadaşlarımız gibi kendisiyle tam bir anlaşma halinde fikir ve gaye ortaklığı ettim. Ne kadar yazık ki, sulhun akdinden sonra, etraflarında peyda olan, kendilerine inanarak,  samimiyetle değil fakat mideleriyle bağlı menfaat düşkünü kimselerin yavaş yavaş tesirleri altında kaldıklarını üzülerek görmeğe başladık.” (Cilt 2, s. 224-225)

 

Ezcümle Orbay, başına bunların geldiği vakitte iktidarının zirvesinde bulunmasına rağmen yaşadıklarından Mustafa Kemal’e hiçbir pay çıkarmaz. Ona göre tüm bunların müsebbibi, paşa değil onun etrafına çöreklenmiş olan kötü niyetlilerdir.

Dünden bugüne çok şey değişmemiş gibi…

 

* 1926’da TCF mensuplarının isimleri, Mustafa Kemal’e bir suikast girişimine karıştırılır. Reisliğini Ali Çetinkaya’nın yaptığı İzmir İstiklal Mahkemesi; suikast teşebbüsünün düzenleyicileri olduğu iddiasıyla eski İstanbul mebusu İsmail Canbolat, İzmit mebusu Ahmet Şükrü ve eski Lazistan mebusu Ziya Hurşid hakkında idam kararı verdi. Adnan Adıvar, Rauf Orbay ve Rüştü Paşa hapis cezasına çarptırıldılar. Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşalar ise delil yetersizliğinden ötürü beraat ettiler.        

 

- Advertisment -