[19-20 Şubat 2018] Rusya’nın 19. yüzyıl sonlarından günümüze uzanan rejim ve sistem iniş çıkışlarına baktığımızda, bir, demokrasi hamle ve denemelerinin sığ, cılız ve geçici kaldığı gözleniyor.
İki, bu tür girişimlerin başını çekenler çoğu zaman kapsamlı bir vizyon sahibi değil. Derin, içselleştirilmiş bir demokrasi düşünce ve tasavvurları yok (isterseniz, liberal demokratik bir ideolojileri yok, ya da arkalarında böyle bir gelenek yok diyelim). Daha çok, varolanın içinden geliyor ve bir parçası oldukları statükonun en ağır, en kötü, en çığrından çıkmış yönlerine reaksiyon gösteriyor, bunları kısmen de olsa hafifletmeye çalışıyorlar. Birçoğunun çıkış noktası bu — ve bunun ötesine geçemiyorlar. Daha nelerin değişmesi gerektiğini ya tasavvur edemiyor, veya göze alamıyorlar. Hattâ işin gerçek çapıyla yüzyüze geldiklerinde, bazılarının dehşete kapıldığı bile söylenebilir. Bu noktada ya havlu atıp sahneden çekiliyorlar. Ya (derece derece anti-demokratik, muhafazakâr, müstebit veya diktatöryel) karşıtlarınca önce kuşatılıp esir alınıyor, yalnızlaşıyor ve devriliyorlar. Ya da sisteme esir oluşları, saf değiştirmeleri, kendilerinin muhafazakâr ve otoriter kesilmeleri (ve bu suretle ayakta kalmaları) biçiminde tezahür ediyor.
Üç, fikrî hazırlık ve düşünülmüş bir kararlılıktan yoksun olmaları, çeşitli kriz ve engellerle karşılaştıklarında yeterince cesur davranmamaları, belki davranamamaları sonucunu veriyor. Mevcut kalıpların dışına çıkamıyor, kritik noktalarda “hayır” diyemiyorlar; sonra iş işten geçiyor ve bu da onların sonunu getiriyor.
Öyle veya böyle, dayanamıyor, direnemiyor ve ayakta kalamıyorlar. Toplumsal muhalefet yüzünden mi? Toplum demokrasiye hazır olmadığından mı? Sanmıyorum. Bana bu, daha çok bir mazeret gibi geliyor. Kanımca temel sorun kendi hamlıkları. Toplumun gelişme düzeyini ve siyasal kültyürünü de hseaba katarak, demokrasiyi yönetmesini bilmiyorlar. Sonuçta, gerçek bir yönetim krizi çıkıyor veya derinleşiyor. Fatura da demokrasiye kesiliyor. Kabahat liderlere değil demokrasiye bulunuyor. Demokrasiyle, deniliyor (veya demeye getiriliyor), bu ülke yönetilemez. Demokrasi ya anarşi demektir, ya terör, ya güvensizlik, ya da “burjuva” aldatmacası. Sadece demokrasiyi beceremeyenler gitmekle kalmıyor; demokrasinin kendisi yokediliyor.
* * *
Bu genel tablo içinde, demokratlar acaba nerede aranabilir? Hemen belirteyim; benim demokratlık, demokrat kimlik ve kişilik anlayışım, baskı, terör, otokrasi veya diktatörlüğe karşı çıkmakla özdeş değil. Şöyle de diyebilirim: bunlar tabii demokratlığın gerekli koşulu, ama yeterli koşulu değil. Muhaliflik, demokrat olmakla aynı ve özdeş değil; keza mağduriyet, demokrat olmakla aynı ve özdeş değil. Paradoks şurada: tarih içinde herhangi bir noktadaki şu veya bu demokrasi mücadelesi içinde, kişisel düşüncesi, tutum ve davranışları o kadar demokrat olmayan, hattâ hiç demokrat olmayan kişiler de yer alabilir. Nitekim Anarşist ve Narodnik’lerden başlayarak Çarlığın hemen bütün devirmeci, ihtilâlci, giderek Marksist, Sosyalist Devrimci, Menşevik veya Bolşevik karşıtları (bu yüzden yıllarca hapis yatan, Sibirya’ya sürgüne giden, hattâ asılan veya kurşuna dizilenler de dahil), (a) mevcut durumda, normal demokratik yöntemlerden değil gizli ve şiddete dayalı yöntemlerden yana; (b) kazandıkları takdirde ise, şimdiden başka türlü bir diktatörlük, devrimci diktatörlük ve/ya işçi sınıfı diktatörlüğü diye adlandırdıkları bir rejim için çalışıyorlar. Marx’tan çok daha katı ve haşin biçimde Lenin, kendisine ve partisine demokrat dense küfür ve hakaret sayacak olmanın teorisini kuruyor.
Nitekim demokrat olmadıkları, ya da sadece “kendilerine demokrat” oldukları, daha sonra ve çok trajik biçimlerde de ortaya çıkıyor. Zira Çarlıktan Sovyetlere geçtiğimizde, bu sefer kendi aralarındaki mücadelelerde demokratik anlayışların zerresine rastlamak mümkün değil. Kuşkusuz Troçki de mağdur Stalin karşısında, Buharin de, Kamenev ve Zinovyev de, bütün diğer eski Bolşevikler de. Peki, bu onları demokrat kılmaya yeterli mi? Hepsi birbirlerine karşı Stalin’in yanında yer alıp diğerlerine galebe çalmak (ya da galebe çaldığını sanmak) için yarışıyor. Kendileri okkanın altına gitmeden önce, farkında mıyız neler diyorlar “öteki”ler hakkında, günün kurbanları hakkında? Aralarında en entellektüeli, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin (NEP’çi) çizgisi bakımından da en ılımlısı sayabileceğimiz Buharin, nasıl “köpekler” diye diye uğurluyor “Sol” Muhalefeti ölüme? Ya da hedef tahtasına kendileri oturtulduğunda, içlerinde bir tek kişi var mı, savunmasını özgürlük veya demokrasi açısından yapan? Hangisi, partiye ve Sovyetlere karşı gerçekten “ihanet” edip etmediğinden farklı bir platformda tartışıyor?
Ünlü Sovyet aydınlarına dönersek… Devlet karşısında, Gosplan’ın şiir için de üretim kotası saptamasını isteyecek ve Stalin’in Merkez Komitesi’ne raporunda sadece böyle yer bulmayı arzulayacak kadar alçalan Mayakovsky demokrat mı meselâ — ya da ancak intihar ettiğinde mi demokrat oluyor? (Türkiye açısından bunun muadili, Mayakovsky’nin intiharı karşısında şaşırıp kalan, şok geçiren ve herhalde küçük burjuva bunalımlarından kendini kurtaramadığı gibi utanç verici lâflar geveleyen Nâzım Hikmet’in demokrat olup olmadığı, ki “Türkiye’de demokrasi ve demokratlık” konusunu yazmaya başladığımda ona da geleceğim kuşkusuz.) Prokofiev demokrat mı, olanca Makyavelizmi içinde? Şolohov demokrat mı, kollektivizasyonun gerçek yüzüne gözlerini kapattığında? Sınırlardan taşan şöhretinin doruğunda, olanca dokunulmazlığı içindeki David Oistrakh demokrat mı, gadre uğrayan onca sanatçı, besteci, müzisyen arkadaşından bir tekini korumak için bile kılını kıpırdatmadığında?
Bir bütün olarak Sovyetler Birliği ve Sovyet Komünist Partisi, evet, 1941-45 arasında Faşizmin ve Nazizmin yenilgiye uğratılmasında çok tâyin edici bir rol oynadı, en tâyin edici rolü oynadı. Bütün Doğu Cephesinin yükünü taşıdı. (Stalin’in hatâları yüzünden heba olanlar dahil) 26 milyon da kayıp verdi bu uğurda. O dönemde, dünya çapında demokrasi güçlerinden biriydi. Fakat bu da yeterli mi demokrat olmaya?
* * *
O zaman, dört uzun paragraf önce sorduğum soruyu bir kere daha tekrarlayayım. Bu anlayışlar temelinde, nerede, hangi niş ve kovuklarda arayacağız Rusya’nın 20. yüzyıl demokratlarını?
Gene de, sözünü ettiğim beş kritik yarı-demokrasi denemesi veya aşamasının içinde, etrafında, öncesi ve sonrasında. Bütün kusurlarıyla birlikte, bu tür demokratikleşme denemelerinin başını çekenler arasında. Eksiklerine karşı çıkanlar arasında. Sona ermesi ve erdirilmesine direnenler arasında. Restorasyon veya ihtilâl, tek adam veya tek parti, otorite ve diktatörlük kültürlerine, ne olursa olsun iktidar şehvetine kapılıp sürüklenmeyenler arasında. Kırılan, kendini çeken, itilip kakılan ve unutulanlar arasında.
Özetle, kâh küskünler kâh mağluplar arasında.
İyi de, kimler bunlar? Kaç kişi? Düşündüm taşındım; kendim biraz okuyup araştırdım; Rusya tarihini benden çok daha iyi bilen arkadaşlarıma, meslekdaşlarıma da danıştım (tabii ölçütlerimi açıklayarak). Çıka çıka şunlar çıktı; hemen hepsi sınırlı ölçüde demokrat, ama bu kayıtla ve gerekçelerimle birlikte aktarıyorum.
[Kont] Sergey Witte (1849-1915). İki müstebit çarın, III. Aleksandr ve II. Nikola’nın maliye bakanlığından gelip de 1905’in Ekim Manifestosu’nu formüle edebildiği, altı haftalık Özgürlük Günleri’nin önünü açtığı, 20 Ekim 1905’te Rusya Bakanlar Kurulu’nun ilk başkanı (yani başbakan) olduğu, ama çarın kurduğu tuzağı anlar anlamaz daha Birinci Duma toplanmadan istifasını verebildiği için.
Peter (Pyotr) Struve (1870-1944). Marksist gençliğinde dahi şiddete ve ihtilâlci yöntemlere değil, (Lenin’in nefret ettiği) “Legal Marksizm”e yatkın olduğu; Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kuruluşunda yer aldığı; öte yandan 1897’den itibaren Edouard Bernstein’ın “revizyonist” eleştirelliğine giderek daha fazla önem verir olduğu; bu aşamada hep Çarlığa karşı mücadele ederken giderek liberalleştiği ve 1905’te (meşrutiyetçi) Anayasal Demokrat Parti’nin kurulmasına katıldığı için. (1914’te savaş patlak verince Ka-Det’lerden istifa edip millî ve milliyetçi gerekçelerle tekrar hükümet saflarına katılmasını, 1917-20 arasında sırasıyla Yudeniç, Mannerheim, Denikin ve Wrangel’e yamanmasını saymıyorum; bence işin o faslı yukarıda imâ ettiğim başka bir soruyla, bazı liberal ve demokratların neden liberal ve demokrat kalamadıklarıyla ilgili.)
Julius Martov (1873-1923). İstanbul doğumlu. 1895’te St. Petersburg Emeğin Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’nin (Lenin’le birlikte) kurucularından. 1900’de (tabii Lenin’le birlikte) Iskra’nın kurucularından ve yayın kurulu üyesi. Gene Lenin’in uzun yıllar yakın arkadaşı; 1921’de kendisinden hâlâ “ne kadar harika bir yoldaş, ne kadar saf ve temiz bir adam” diye söz edebildiği ve en çok “Martov’un bizden olmaması”na hayıflandığını belirttiği, Troçki’nin ise “Demokratik Sosyalizmin Hamlet’i” diye tarif ettiği adam. — Bütün bu örüntülerin içinden gelip de, RSDİP’in 1903’te Londra’daki ikinci kongresinde, Lenin’in “demir disiplinli, profesyonel devrimcilerden oluşan çelik çekirdek/li” parti anlayışına karşı çıkıp daha kitlesel ve demokratik bir partiyi savunduğu; bu ayrılık derinleştikçe, Rusya gibi geri bir ülkede devrimi zorlamanın mutlaka Asyatik bir despotizme yol açacağını kavradığı ve açıkça da söylediği için. (Uzun vâsdede kim haklı çıktı acaba?)
[Prens] Lvov (1861-1925). Tam adıyla Georgy Yevgenyeviç Lvov. 1905 devriminin çalkantıları içinde Anayasal Demokrat Parti’ye katıldığı ve hep o meşruiyetçi demokratlık noktasında durabildiği; nitekim 1917 “Şubat” (Mart) devriminden sonra Geçici Hükümet’in ilk başbakanı olmuşken, kendince yeterli destek bulamayınca hiç iktidara yapışmaksızın istifa edip yerini Keresnky’ye bırakabildiği; 1920’de ise siyaseti tamamen terkedip sürgünde, Paris’te yoksulluk içinde yaşayabildiği ve yoksulluk içinde ölebildiği için.
Neden Nikita Kruşçev (1894-1971) değil? 1920’lerin sonlarından 1950’lere kadar Kaganoviç’in himayesinde Stalin’in bütün suçlarına ve üstelik Ukrayna’daki açlık ve kıtlık zulmüne (Holodomor’a) katılan, her durumda hayatta ve ayakta kalma ustası (survival artist) bu siyasî komiser ve apparatchik’te, bu yazının en başında, ikinci paragrafında kullandığım ifadelerle, Stalinist sistemin en kötü ve dayanılmaz yanlarını hafifletmeye ve böylece genel işlerliğini korumaya çalışmak dışında bir marifet göremediğim; ne geçmişini ve ne de hemencecik (Macaristan konusunda) asıl Stalinistlere teslim olup, daha önce sözünü ettiğim “demokrasi mi, imparatorluk mu” ikileminde, “demokrasiye karşı rejim ve imparatorluk” tercihinde bulunmasını affedebildiğim; ayrıca, ilk gençliğime rastlayan 1956-64 arasında gözleyebildiğim aşırı gösterişçi kişiliğinden ve cakasından da hiç hazzetmediğim için.
Mikhail Gorbaçov (1931 doğumlu, halen hayatta, 2 Mart’ta 87’sini dolduracak). İlk iki yazımda uzun uzadıya anlattım zaten. Komünist Partisi ve Sovyetler Birliği dışında düşünememesine rağmen. Diktatörlüğün tepesi ve merkezini ele geçirip felce uğrattığı; glasnost ve perestroika’yı başlattığı; kamusal alanı ve basını özgürleştirdiği; tabanda ve çeperde aşağıdan yukarı kaynaşmalar başladığında bir kere daha Sovyet tanklarını gönderip ezmeyi reddettiği; daha önce sözünü ettiğim “demokrasi mi, imparatorluk mu” ikileminde, kendi konumu ve kariyeri pahasına demokrasiden yana durabildiği için.
Boris Yeltsin (1931-2007). Keza, ilk iki yazımda uzun uzadıya anlattım. Sonraki otoriterleşmesi ve diktatörleşmesine; ekonomiyi berbat etmesine; herkese (mealen) “demokrasi yürümüyor, bize güçlü bir adam lâzım” dedirtip Putin’in önünü açmasına rağmen. 1985-1989 arasındaki duruşu nedeniyle. Partinin ve sistemin dışında düşünebildiği için.
* * *
Korkarım hepsi bu kadar. Ya da, atladıklarım olsa bile, bu kadara yakın. Yeterince düşündürücü değil mi acaba?
Değilse, bari bir de Türkiye’yi yazayım.