20. yy'ın ortalarında bu ülkenin en parlak zihinleri dünyaya, ama özellikle Batı'ya, buradaki harikulade terbiyeye bir de diploma eklemek için gitmişler.
ABD'nin, Avrupa'nın en prestijli, en gözde okullarında tahsil görmüşler, dünyanın en parlak zihinleri ile buluşmuşlar.
Onlar o parlak zihinlere kendi hikâyeleri üzerinden Türkiye'yi anlatırken, hocalarından Batı entelijansiyasının en popüler doktrinlerini öğrenmişler.
Ve modernleşme okulu ile tanışmışlar.
Hikâyemiz, 1950'li yılların Amerika'sında başlıyor. Dünya ile içli dışlı olmaya başlayan ABD'nin yeni tanıştığı bölgeleri tanıma çabasında:
“Modernleşme okulu Anglo-Saxon akademide II. Dünya Savaşı sonrası sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve bağımsız devletler hâline gelmeleri sürecinde burada sıfırdan kurulan ve herhangi bir oturmuş siyasal kültüre, ekonomik altyapıya ve kurumsal kültüre sahip olmayan devletlerin tıpkı bir yüzyıl önce Avrupa ülkelerinin tecrübe ettiği gibi bir şablonu tatbik etmesine inancı yansıtıyordu” diyor Doğan Gürpınar.
Bunu açalım…
ABD İkinci Dünya Savaşı, küresel hegemon güç hâline gelirken, bu gücü tatbik edecek bilgi arayışına gitti.
Amaç basitti: Beyaz adam, yeni tanıştığı “geri” toplumları modernleştirmek ve kalkındırmak istiyordu.
Bu illa kötü niyetli bir proje değildi, dünyanın geri kalmış köşelerine modernite götürmek isteyenler aslında kendi açılarından iyi niyetli ve iyimserdi.
Dünyanın geri kalanının da kendilerine benzeyebileceğini düşünüyorlardı. Ve bunun için son derece kolay bir iksir bulduklarına inanıyorlardı.
Ekonomik gelişme, işleyen kapitalist bir sistemin kurulması, şehirleşme, devlet tarafından uygulanacak reformist politikalar, eğitim gibi bir dizi önlem ile modernizm tüm dünyada hüküm sürebilirdi. Bu paradigmaya göre, Orta Doğu ülkeleri bir geçiş dönemini yaşayan ve modernleşme süreci sonunda kaçınılmaz olarak Batıya benzeyecek olan vakalardır. Bu okulun öngörüsüne göre, ekonomik gelişme, şehirleşme sonucu seküler ve eğitimli bir orta sınıf çıkacak ve bu orta sınıf öncülüğünde bu ülkelerde Batılı kurumlar inşa olacaktır. Kapitalizm ve modernizm, kaçınılmaz olarak liberalizm, sekülerizm ve demokrasi getirecektir.
Ancak Gürpınar'a göre modernizasyon okulunun şablonu aslında Batı'nın tarihsel sürecinden biraz farklıydı: “Bu şablon sarihti; liberal hak ve hürriyetlerin iyicil (benevolent) bir devlet tarafından tesis edilmesi, çok partili demokrasinin yerleştirilmesi, altyapıyı kuracak güçlü ve etkin bir devletin varlığı ve işleyen bir kapitalizm. Açıktır ki burada Batı’daki tarihsel akıştan farklı olarak iyicil devlete ve onun reform kapasitesine güçlü bir iman vardı. Demokrasiyi de, işler kapitalizmi de iyicil reformist devlet sağlayacaktı. Öyle ki tıpkı 'reformist' ve 'son kertede demokratik sürece saygılı' addedilen Türkiye ordusu gibi ordular dahi 1960’larda tarihsel akışta olumlanabiliyordu…”
Türkiye, modernizasyon okulu açısından başarı hikâyelerinden bir tanesiydi. Teoriye güya uyuyordu. Kemalist anlatı ile paralellikler içeriyordu.
Mustafa Kemal, az gelişmiş bir ülkede devrim yapmış, ekonomik yatırımlar ve devlet bürokrasisi ile bir orta sınıf oluşturmuş, kültürel reformlar ve ideolojik eğitim ile modern bireyler oluşturmuştu. Bu resmî anlatı pek doğru değildi. Osmanlı anlatısı yanlıştı, Kemalist devlete verilen kredi fazlaydı. Modernizm tanımı sorunluydu. Ve demokrasi, hak, özgürlükler ikinci plandaydı.
ABD'ye ve Batı'ya eğitim almaya giden bu ülkenin parlak ve ayrıcalıklı entelijansiyası bu fikri sevmişti.
Muhtemelen birkaç sebepten ötürü.
Öncelikle modernizasyon okulu makuldü, akla yakındı. Ailede, okulda öğrendikleri Kemalist anlatıya uygundu. Az gelişmiş bir ülkenin ayrıcalıklı ailelerinden gelen münevverler, kitlelerin de -doğru politikalar uygulanırsa- kendilerine benzeyeceğine inanmak istiyordu.
İkinci olarak, modernizasyon okulu kolay bir reçete sunuyordu. Kafa konforu sağlıyordu. Evrensel bir şablon sunuyordu. Türkiye'nin özgün şartlarına yönelik detaylar üzerinde kafa yormaya gerek yoktu.
Ve son olarak, sınıf faktöründen mütevellit modernizasyon okulu hocalarından, öğrencilerine bir ayrıcalıklı, orta üst sınıf teorisi idi.
Fakat bir sorun vardı.
Modernizasyon teorisi bir analizden çok temenni idi. Ve indirgemeci, kolay, sığ bir temenni idi. Bu nedenle de çöktü.
Gürpınar'a göre bu çöküş şu şekilde gerçekleşti:
“Ancak modernleşme okulunun iyimser anlatısını tarih doğrulamadı. Avrupa-dışı Batı tarafından desteklenen (ya da açığa çıkması bir iki on yıl daha alsa da Batı tarafından desteklenmeyen ülkeler) diktatörlüklere evrildiler. Küresel ekonomik büyüme özellikle 1971’le beraber yerini durgunluğa ve resesyona bırakırken modernleşme sürecinin kendisinin iyicilliğine ve kaçınılmaz olarak her şeyin daha iyiye gideceğine inancı tuzla buz oldu. Bu süreçte sosyalist ve milliyetçi akımlar yükselir ve Batı-destekli ve yozlaşmış rejimleri Afrika’dan Asya’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya yıkarken yeni sol kökenli akademisyenler de kendi hocalarının liberal kapitalizme sadakatlerini sorguladılar. ABD’de II. Dünya Savaşı sonrası kurulan bölge çalışmaları departmanları süreç içinde kamusal politikalar öneren 'uzman'lardan yeni kuşak eleştirel sol akademisyenlerin eline geçmeye başladı. 1970’ler itibarıyla tek bir modernleşme süreci olduğu ve bu sürecin taşıyıcının iyicil devletler olabileceği fikri artık hepten bırakılmıştı. Devir 1968 sonrası devlet ve milliyetçilik eleştirilerinin devriydi. Modernleşme süreci her şeyi çözecek bir iksir değildi; tam aksine geriye birçok ve öngörülmedik maliyet devretmişti…”
Modernleşme okulu çöktü ama bölgeye dair bakışımızda çok ciddi hasarlar da bıraktı. Yaşayan en önemli Orta Doğu tarihçilerinden Richard Bulliet, Orta Doğu çalışmalarına uzun zaman hakim olan modernleşme okulunun bu bölgeye dair algıları nasıl zedelediğini sarih bir örnekle anlatır.
Bulliet, bu paradigmanın hakim olduğu dönemde, Batı'nın saygın üniversitelerinde, Orta Doğu üzerine yazılan doktora tezlerindeki gözle görünür bir eksikliğe, hatta tuhaflığa dikkat çeker. Din ve dinî kurumlar üzerine yapılan çalışmalar neredeyse yoktur. Doktora öğrencileri bu konularda çalışmaya teşvik edilmez. Hatta din, dinî akımlar ve kurumlar, geçiş dönemi sonrası zaten olmayacak unsurlar olarak görülür. Bu yüzden bu kurumları çalışmak bir zaman kaybıdır, modernist okula göre. Zaten tarihin doğal akışı ve modernleşme sonucu sekülerizm hakim olacak, din marjinalleşecek ve hatta kaybolacaktır.
Gerçekten de, Bulliet'in tespiti son derece yerindedir. Uzun yıllar Orta Doğu siyasetine ve kültürüne hakim olan kurumlar bu nedenle araştırmacıların ilgisini çekmemiş, koca bir külliyat son derece mühim olguları incelemeyi ıskalamıştır. Örneğin, Mısır'ın ve bölgenin en köklü kurumlarından el-Ezher üzerine yapılan çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Veya bölgedeki camiler, ulema ve İslami akımlar üzerine çalışmalar istisnadır. Bu dönemin modasına uymayan ve -belki de bu nedenle- Türkiye akademisi içinde çığır açıcı bir noktada duran Şerif Mardin, Nakşibendilik üzerine çalışırken yaşadığı mahalle baskısı bu anlamda öğreticidir.
Ezcümle, modernleşme okulu bu ülkenin entelijansiyasını sadece şabloncu bir tembelliğe hapsetmedi, aynı zamanda veriyi teoriye uydurma çabası nedeniyle kendi ülkesinin gerçeklerinden epey kopuk bıraktı.
Kitapta yazılan kolaydı. Demokrasi, liberalizm, modernleşme pürüzsüz devrimsel süreçler sonunda tesis edilecekti.
Ama sahada olan zorlu, sabır gerektiren, formülü ve sonu bir kitapta yazmayan bir toplumsal ve tarihsel akıştı.
Konumuzla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim.
Türkiye'yi on yıllardır yanlış anlıyor olmamızın bugünkü kakofoni ile epey alakası var.
İş kitapta yazana uymayınca kitlelere kızan, siyaset dışı aktörlerden ilahi müdahale bekleyen, akademisyenliği kafalarındaki bir nihai sona gidişi hızlandırma misyonu olarak gören entelijansiya baki.
Modernleşme okulunu pek anan yok bugünlerde. Akademide demode olan bu ekol, ne yazık ki bilinç altımızda hâlâ moda.
Ve bu ekolle büyüyen, hâlâ bu şablonu koruyan nesiller üzerlerinde eleştirel bir şekilde düşünülmeyi hak ediyorlar…