Oskar ödüllü ünlü aktris Charlize Theron geçen hafta Elle dergisine verdiği röportajda hayli ilginç bir sendromdan muzdarip olduğunu söyledi. İngilizcesiyle ‘impostor’, Türkçe’siyle ‘sahtelik’ veya ‘sahtecilik’ diye çevirebileceğimiz bir sendrom bu.
Yeni bir işe başlarken her defasında kendisiyle ilgili büyük bir kuşkuya kapıldığını, bugüne kadarki başarılarının kendi yetenek ve becerilerine değil de bir takım tesadüflere, kişilere ve şansa bağlı olduğu, dolayısıyla bu defa büyük bir başarısızlık ve hüsranla son bulacağı, işin aslının bu kez anlaşılacağı hissinin peşini bırakmadığından bahsetti. Acaba sahte miyim, gerçek mi sorusunu cevaplayamadığını dile getirdi.
İmpostor, ‘imposture’ kökünden geliyor ve sözlük anlamı, kendi gibi davranmayarak insanları kandırmayı, özellikle de hileli kazançlar elde etmek için başka biri gibi davranmayı içeriyor.
Bu belki de büyük başarılar elde etmiş her insanın içine düştüğü bir tür başarısızlık korkusudur. Ya da kimselerinkine benzemeyen bir sendroma yakalanma ihtiyacının elitist bir dışavurumu, gerçeklik ihtiyacının karşı konulamaz baskısı veya kendi içinde farkında olunan sahtelikle sessizce hesaplaşmak yerine magazine dönüştürüp yeni bir sahte başarı arayışıdır, kimbilir. Hepsi mümkün ama yine de oldukça ilginç bir konu bu. Ve bulaşıcıysa şayet ülke olarak kendimizi korumakta epeyce zorlanacağımız bir sendrom da!
Sahte olduğunu düşünme, gerçeğe ulaşmak için her insanın yapması gereken bir sorgulama aslına bakılırsa. Yaptıklarından ve kendinden şüphe etme, kofluklarımızı açığa çıkarmak ve şişirilmiş egolarımızı yere bastırmak için her işin içinde olması gereken bir yan faaliyet. Bunun için büyük başarılara ulaşmayı ya da kariyerimizin zirvesini görmeyi beklemek de gereksiz. Her yanımızdaki riyakarlıklar, sahte mutluluklar ve gösterişçi ahlakın içinde barınan yapay iyilik halleri sahteliğin sıradan dünyamızın içinde fazlasıyla yer tuttuğunun yeterli göstergesi.
Hakikat miyim yoksa sahte mi? Ya da kendi iç dünyamda yaşadıklarımla dış gerçeklik arasındaki mesafe sandığım ölçekte mi? İnsanlar, bu geldiğim konuma ulaşmak için iktidar merkezlerine yakınlaşmak adına kafamdan geçirdiklerimin ne kadarını sildiğimi biliyorlar mı acaba? Fazlaca işime yarayan diplomalarımın içinin hayli boş olduğunu bir gün birileri de benim gibi görmeye başlayabilir mı? Babam yüksek bir bürokrat olmasaydı veya eski bir politikacı, kolayca elde ettiğim akademik kimliğim yine verilir miydi? İktidar farklı ellerde olsaydı şimdi savunduğum görüşlerim aynı kalır mıydı? Öğrenciler, kapıdan giren her hoca kılıklı insanı hoca zannetmeseler bu anlattığım zırvalıklar yine kabul görür müydü? Vatan-millet edebiyatı yaparak elde ettiğim yeni konumuma yine ulaşabilir, hayatımda hiçbir başarıyı kendi tırnaklarımla elde etmediğim halde atandığım makamlar yine yüceltilir miydi? Bu türden sayısız soru sorabiliriz elbette içimizden konuşan sesle ve kötü olan, sorduğumuz soruların her biri için aklımıza hemen etrafımızdan tam oturan cevaplar bulabiliriz.
Sahtelik korkusu…Pek çok büyük yazarın da yeni bir eserin eşiğindeyken buna benzer tereddütler ya da kuşkular yaşadığını biliyoruz. Ayrıca her alanda pek çok sahte başarı hikayesi olabildiğini de sürekli tecrübe ediyoruz. Örneğin, çoksatan kitapların kaçta kaçı gerçek bir başarıyı hak ediyordur? Ya da kitleleri peşinden sürükleyen pop yıldızlarının hangisi gerçek hangisi sahtedir? Gerçek anlamda kaç üniversitemiz vardır? Kaç hoca gerçekten kendi alanını biliyordur? Kaç yargıç, yalnızca vicdanıyla karar veriyor, kaç gazeteci yalnızca meslek ahlakıyla iş yapıyordur? Kaç pazarcı, iyi kalite domateslerin içine kötülerini karıştırmıyor, alta çürükleri koymaya çalışmıyordur?
Hayır, hayır! Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki bu ülkede sahtelik gerçeklik karşısında açık bir zafer kazanmış durumda. O kadar açık bir zaferki bu, sahtelikle sahtecilik arasındaki mesafeyi yok eden, her türlü hileyi kazanca tahvil edebilen bir sonuç üretiyor. Hepimiz çürüklerin alta konduğunu bilerek almaya devam ediyoruz. Ve hatta bunun başka türlü olamayacağını kabullenmiş durumdayız. Sahtecilik o kadar sıradanlaşmış durumdaki sahte olmayanın öyle olmadığını ispat için fazladan çaba sarfetmesi gerekiyor. Eğer çığırtkan biri değilse, kimsenin yüzüne bakmayacağını herkes gibi o da biliyor.
Gücünü kendinden almayan insanlar, bu sahte durumdan beslendikleri için gerçeği, sorgulamaya kapatmak ve bunu yaparken de sahte bir yeni kimlik edinerek söyleyenle söylenen arasındaki ilişkiyi bir tür gerçekliğin sahteliğe dönüştürülme süreci gibi işletiyorlar. Bu insanlardaki kendi kendini sorgulayamama aczi yerini tatminsiz bir başarı ve güce erişme ihtiyacına bırakıyor.
Sahteyim diyememe, bütün gerçekliği yok edici bir zorba güce dönüşüyor ve yalnızca kendi içindeki sevimsiz bir yalan olmaktan çıkarak bütün toplumun önünde yapılan bir sahtecilik mesleği olarak karşımıza çıkıyor. Sahtecilik bazen de gizemli bir dille sunularak içindeki yetersizlik duygusu bilinmezlik içerisinde erilitip yok edildiği zannediliyor. Din din diye bağırınca insan yalan da olsa bir şeye inandığı hisine kapılıyor ve kendisi kadar bağırmayan insanların dedikleri duyulamadığı için bu bağırtılı sese karışıp şiddetini yükseltiyor.
Etrafımızda kendi gücü ya da yetenekleri yerine girdiği ilişkiler ağıyla, cemaatiyle, partisiyle ya da her söylenene sorgusuzca evet deyip başkasının iradesine tabi olarak başarıya ulaşan ne çok insan var. Sahtelik, her zaman için gereğinden fazla parlatılma ihtiyacı doğuruyor ve etrafta parlatılan insanlardan, okul binalarından, hamasi sözlerden geçilmiyor. İçi boş yaldızlı laflardan gırla gidiyor.
Buna rağmen neden bu ülkede kimse kendinden şüphe etmiyor? Neden, sorumlu olduğu kurumun kötü yönetimi nedeniyle pek çok insanın hayatına malolan korkunç hadiseler karşısında bile tek bir kişi istifa etmeyi düşünmüyor? Nasıl oluyor da herkes her zaman her durumda kendini haklı ve yeterli buluyor? Nasıl oluyor da dağın bu tarafında hakikat olan yine dağın bu tarafında yalan da olabiliyor?
Çünkü, sahtelik kaçınılmaz olarak sahteciliğe yol açıyor. Bir kez sahtesini yapabildiğinizde artık aynı şeyden sayısız kez üretebilme imkanı doğuyor. Sahte olan gerçeğine kıyasla çok daha kolay harcanıyor ve her yere hızla yayılıp bütün piyasayı tutabiliyor. Böyle olunca tabii, insanın değeri hiç olmadığı kadar ucuzluyor. Hakikatin yerini yalan aldığında ortada insandan eser kalmıyor ve herkes birer otomata dönüşerek her işi yapabilir hale geliyor. Gözlerini kapayıp vazifesini yapmak bir ileri aşamaya geçip gözlerini kapamasa da vazifesini aynı sorgulamazlıkla yapabilen yeni bir tip çıkarıyor.
İçimizdeki yalan, gazetede yalan habere, bürokraside liyakatsizliğe, mahkemede delil yetersizliğine dönüşüyor. Adalet, yerini hangi yalanın daha doğru olduğunu yargılayan bir hokkabazlık hünerine bağlı hale geliyor. Din, bir sonsuzluk arayışı olmaktan çıkıp karanlık cüppeli hocaların söz oyunlarıyla yaydıkları korkuların bataklığından kurtulma davasına evriliyor. Özgürlükler, ancak sahte bir görüntü içerisinde yaşanabiliyor. Düşünce ya sahte bir lafazanlığa yerini bırakıyor veya dogmalardan bozma bir gerçeklik içinde kendine yer bulmak için hileye başvurarak var oluyor.
Charlize Theron, bu konuda yalnız olduğunu düşünüyorsa çok yanılıyor. Sadece, bu durum bazı insanlarda ne olursa olsun bir sendrom olarak ortaya çıkmayıp kuluçka aşaması ömür boyu sürebiliyor, hepsi bu! Ve eğer doktorları bir hava değişimi tavsiye ederlerse bunun için her yerden çok Türkiye’ye gelmesi gerekiyor. Havası suyu ve toprağı muhteşem bu ülkenin bir de yeni insan tipini görmesi kendisini yalnız ve en önemlisi de çaresiz hissetmemesi için elzem gözüküyor.