(Önceki yazının devamı)
Saklı filmi Michael Haneke’nin 2005’te çektiği, Fransa ve Cezayir üzerinden anlatılan bir mülteci filmi. Ünlü bir edebiyat programının yapımcı ve sunucusu olan Georges Laurent ve ailesi çok yakından izlendiklerini gösteren kayıtlar almakta ve bunu saklamaktadırlar. Dostlarını davet ettikleri bir akşam yemeğinde kapı uzun uzun çalar ve baktıklarında kimseyi göremezler. Bu olay üzerine canlarını sıkan, aileyi bunaltan hadiseyi paylaşırlar yakın arkadaşlarıyla.
Yemek esnasında sohbet koyulaşınca misafirlerden biri başından geçen bir olayı anlatır. Sanal âlemden tanıştığı kadınlardan teki kendisiyle çok önemli bir konuda görüşmek için ısrar eder. Genç adam romantik hayaller içinde randevu yerine gidince yetmiş yaşlarındaki kadının kendisine aşkla baktığını görür. Hayal kırıklığıdır yaşanan ama kadının sözleri ilginçtir doğrusu, “sizi birine benzettim” diyerek açıklar muhabbetini, “ona öyle benziyorsunuz ki!”
Demesine göre genç adam kadının ölen köpeğinin tıpkısının aynısıdır. Bozulur bozulmasına ama kadın “köpeğim düşmüştü, boynunun şurasında bir iz oluşmuştu” deyince boynunun aynı yerindeki ize gider eli ister istemez. Sonra masadakilere ne kadar “bu şakaydı” derse desin söz vücut bulur hükmü gereğince etkilenir insanlar. Filmde böyle bir hikayenin geçmesi boşuna değil, sonraki sahnelerde gelecek akıl almaz olayların, inanıp inanmamakta muhayyer bırakılacağımız kurgu-gerçeklik arasındaki dünyanın habercisi sanki bu şaka.
Georges çocuklukta babası öldürülen bir mülteci çocuğu(Majid) eve alan babasını bundan caydırmak için bazı entrikalar çevirmiş ve onun evden uzaklaştırılmasını sağlamıştır. Kapısına elden bırakılan bir kasette doğup büyüdüğü şimdi annesinin yaşadığı evin ve çevresinin de çekilmiş olduğunu görünce iyice endişelenir. Aynı gece rüyasında da Majid’i kanlı bir sahnede görmüştür çünkü. İsimsiz telefonların, imzasız kartların kasetlerin turuncu alarm verdiği bir süreç.
Şehrin uzağında bir banliyöde yaşayan annesini çok nadiren ziyaret etmektedir Georges. Kız kardeşiyle görüşmeyeli yıllar olan, annesini ziyaret edecek vakit bulamayan çok meşgul, çok meşhur ve çok modern bir kentli. Anne ise tersine evden çıkmadan, arkadaşa ihtiyaç duymadan bakıcısıyla yaşamakta. Arkadaşı yoktur ama kumandası vardır, dünyayı ayağına seren üstelik canını sıktığı zaman sesini kapatıverdiği can yoldaşı. “Kendini yalnız hissediyor musun” diyen oğlunu yalnızlık çekmediğine dair temin eder, asıl bu kadar meşguliyetin onları yaşamın hakikatini görmekten alıkoyduğunu, onların metrodaki yalnızlığından daha iyi durumda olduğunu ileri sürer. Filmin orta yerinde karmaşık bir modern zaman eleştirisi parantezi.
Annesinden nedenini pek belli etmeden Majid hakkında bilgi alan Georges, onun izini izbe bakımsız bir toplu konut ve yaşam binasında bulur. Yetimhanede iyi bir eğitim alamamış, hayatta dikiş tutturamamış ve hasbelkader bir oğul sahibi olmuştur. “Ben size hiçbir şey yollamadım evinizi de bilmem” sözlerine inanmaz Georges. Bizi rahatsız etmemek için ne kadar para istiyorsun diyen çocukluk arkadaşına Majid “hiç değişmemişsin” der sükunetle. Çünkü o üstünlük duyguları büyüdükçe daha da pekişmiş, karşısındakini dinlemekten anlamaktan aciz bir adam olabilmiştir eni konu.
Bu arada Georges ve yayıncı eşi Anne’in ev ve iş yerinde yaşadıkları atmosferler metaforik biçimde kitaplarla dolu. Anlamak isteyen için nice hakikatler yazılıdır bu kitaplarda, saklı sanılan cümle bilgiler kayıt altında ve açıktır aslında fakat bu insanın hakikatle buluşmasına yetmez. Entelektüellerin elindeki bu hazine daha ziyade biriktirmek, göstermek ve hatta dekor olarak kullanmak içindir sanki. Bir seferinde canlı yayında Georges’in bir izleyiciye “evet çok kitap geliyor ama okuyacak vaktimiz yok” demesi de bunu gösteriyor bir bakıma. Elias Canetti’nin Körleşme romanındaki Profesör Kien’i hatırlamadan edemiyor insan. Binlerce kitabı oradan oraya aktaran, biriktiren, tozunu alan, kutsayan modern insanların dünyasında nasıl oluyor da insanlık değerleri gittikçe geriliyor?
Evin biricik oğlu,liseye giden Pierrot, bir gün boyunca ortadan kaybolunca bunu da Majid’den bilmeye kalkar Georges. Oysa delikanlı annesini, babasının en yakın arkadaşıyla yakınlaşırken görünce öfke seliyle bir arkadaşına sığınmıştır. Gizemli kasetler televizyondaki patronuna da yollanınca arayıp bulamadığı Majid onu davet eder önemli bir şey göstermek üzere. Georges eve adımını atar atmaz çok seri bir hareketle cebinden bir bıçak çıkarıp kendi boğazını kesivermesi. “Buna tanık olmanı istedim” diyerek hem de. Bu sahnenin mesajı ne olabilir. Kasetleri onun yollamadığına dair bir kanıt sayılabilir bu sahnenin de çekilip ofise yollanmış olması. İmzasız kasetler Majid’in oğlu tarafından gönderiliyorsa eğer, filmin sonunda hiçbir şeyden haberi olmayan iyi çocuk olarak tescillenmesini nereye koyacağız?
Majid çocukluk arkadaşına fiziki bir zarar vermez, aklından geçirmez bunu fakat hayat boyu yaralayacak başka bir hasar açar. Aslında evden atılıp o korkunç yetimhaneye gönderildiğinde ve aşağılık gönderilme biçimiyle ilk ölümü gerçekleşmiştir çocuk yaşta. Yıllar boyunca bunun sonuçlarıyla karşılaşmış ve yarı ölü hissetmiştir kendini. Okuyup bir gelecek sahibi olmasının imkanı elinden alındığında, ayrımcılığa, yok sayılmaya uğradığında sosyal olarak öldürülmüştür aslında. Bu gerçeği hiçbir zaman anlamayan Georges’e korkunç bir yolla göstermek istemiş olmalı. Yaşadıkları kendisini bir kez öldürmüştür, nihai ölümünü ise çocukluğunun anti kahramanına göstererek işlediği cinayeti onun yüzüne çarpar adeta.
Majid’in ölümünden sonra kayıtların yine yollanması dünyanın tekinsizliğinin ve hiçbir şeyin saklı kalamayacağının alameti. Hepimizi izleyen aşkın bir göz vakti gelince kayıtlarımızı önümüze koymakta. Hız içinde unutulup gitti sandığımız eylemlerimiz, geçmişimiz vardan yok olmuyor ve her şey kontrol altında bu muğlak kaygan dünyada. Kitapları açıp okumasak ta gerçekler orada yazıyor.
Haneke’nin geleceğe ilişkin hayalleri de var. Son sahneler insanın ütopyası olmasının kıymetini bir kez daha gösteriyor. Majid’in lise çağlarındaki oğlu Georges’i görmeye gelir. Büyük bir öfke seli beklediği için gardını almış ve kendini savunmaya Majid’i suçlamaya başlamıştır oğul daha ağzını açmadan. Oysa delikanlı babasını tanıyan biri olarak onunla sadece sohbete gelmiştir. Tek isteğinin birinin ona değer vermesi ve dinlemesi olduğunu söyler. Georges’in değişmez zihin yapısı onun müstakil ve babasından bağımsız varlığının bilincine varacak düzeyde geniş değildir. Suç ve ceza ekseninde görür bu karşılaşmayı da. Bu yüzden filmde kendi başına bir birey olarak adı olan Pierrot’un aksine onun varlığı sadece Majid’in oğlu olmak dolayımıyla anılmak zorunda. Bu yönetmenin üzerinde durmadığı ya da bilinçli seçmediği bir ayrıntı belki ama göze çarpıyor gerçekten.
Fakat yetişkinlerin anlayamadığını iki genç anlamıştır. Babalarının tanışmalarından habersiz kendi aralarında neredeyse ilahi bir tecelliyle medeni dengeli bir arkadaşlık kurmuşlardır. Film iki gencin mutlu ve sakin konuşarak okuldan çıkışlarıyla biter. Güya Paris katliamında öldürülen dedenin ardından, oğul Majid’in intiharıyla ikinci kuşak da ortadan kalmış ve yeni bir devir açılmıştır ülkeye gelen yabancılar ve onlarla yaşamak zorunda kalanlar için.
Yönetmenin sorgulamalarına rağmen Avrupa’nın “ancak benzerim olabildiğinde kabul ederim” söylemi dolaşıyor görüntüler arasında. Ancak entegrasyon ve asimilasyonun tamamlandığı, ‘başka yerden’ getirilen kimliklerin geride bırakıldığı üçüncü kuşakta huzur olabilir. Genç adam babasının dedesinin uğradığı haksızlıkları, öfke ve acıyı devralmaktan, sorgulamaktan vazgeçtiğinde normalleşme ihtimali doğmaktadır.
Georges bu intihardan etkilenir, fakat bu asla kendinde bir sorumluluk hissettiği anlamına gelmez. Haklılığından bin an bile kuşkuya düşmemiştir çünkü.