Sanatın bir mesele olarak ele alınmaya başlanması çok sevindirici bir gelişme. Çünkü sanat, gerçekten de felsefenin görünür olduğu, görünür kılındığı bir mecra. Sanatı konu edinmek ise felsefeyi gündeme getirmek olduğundan gerçekten sevinilecek bir durum. Bununla beraber konunun kökenine inmek ise çeşitli sebeplerden ötürü henüz mümkün olamadı. Ancak kimi farklılıklardan da söz etmek icap ediyor. Mesela sanat, anlaşılır kimi nedenler yüzünden daha ilk merhalede maddi bir çaba ürünü olarak anlaşılıyor. Aslında hiç de öyle değil. Bu türlü yanlış anlamaları önlemek için öncelikle pek çok soruya cevap bulmak gerekiyor. Mesela sanattan yoksun olmakla gerilemek arasında doğrudan bir ilgi kurulabilir mi? Yahut, sanatın ortaya çıkması için ilerlemenin olması bir zorunluluk mudur? Veya, ilerlemenin taçlanması için sanatın da görünür olması bir elzem midir? Evet; sanatla umran ve refah arasında bir bağ kurulabilir belki. Ancak bu bağın bir yerindelik ve mecburiyet hükmünde olduğu nasıl anlaşılacak? Hiç kuşkusuz bu anlamamanın ya da konunun, felsefi arka planla çok yakından bir alakası mevcut. Bu yüzden öncelikle bu arka planın ortaya çıkarılması gerekiyor.
Sanatın ortaya çıkmasında birbiriyle yakından ilgili üç safhanın varlığından söz edilebilir. Uzun uzadıya delillendirilerek konu izah edilebilir belki; ancak, buna pek çok sebepten ötürü gerek görülmeyecektir. Zira dikkatli bir göz, meraklı bir akıl örneklerini çarçabuk bulabilir.
Sanatın kendisi varlık ile temas kurmak demek olduğundan felsefe olarak okunması pekala mümkün. Dolayısıyla felsefe yapanların sanatı ortaya çıkarmaları hem doğal bir sonuç hem de bu işin doğal bir gereği olarak görülmelidir. Varlık ile temas cümlesinin hafife alınmaması gerekir. Çünkü bizzat varlığın kendisi sanata yol açan en önemli nedendir. Varlık, bileşenlerine ve niteliğine bakılmaksızın sanatın ilk ve tek sebebidir. Çünkü var olmanın kendisinin neye karşılık geldiği ve bunun varlığı oluşturan diğer cüzlerle olan ilişkisi sanatsız izah edilemez. Kuşkusuz sesler ve seslerin kıyafete büründüğü harflerin anlattıkları ile vecihlerin izah ettikleri arasında nitelik farkları bulunmaktadır. Varlığın mümkün ve vacip olarak iki şekilde anlaşılması ise başka meseleleri ortaya koyar. Bu cümleden kastın mümkünün yaratılmış, vacibin de yaratıcı olduğu söylenebilir. Varlığın genel sınıflandırması bu şekildedir ve her iki kavram da önce felsefe, sonrasındaysa mantığı mecburi bir araç haline dönüştürür. Aksi halde varlığın anlaşılması mümkün olamaz. Bu yaklaşımın metafizik temelde geliştirildiği ileri sürülebilir. Evet; bu iddia doğru olabilir. Ne var ki konu fizik çerçevede anlaşılmak istense bile en basitinden bunun da etki tepki yahut sebep sonuç ilişkisi dışında ele alınabilmesi ne derece mümkün olabilir ki? Dolayısıyla konu ister metafizik isterse fizik merkezli ele alınsın, varılacak nokta kuvvet ve fiildir. Zikredilen bu iki kelime ise sanatın ortaya çıkmasına vesile olan doğa, imkan ve kabiliyetle sınanacak çetinlikte bir vasatın doğmasına yol açar.
Durumun anlaşılmak için karmaşık göründüğü söylenebilecekse de hiç de öyle değildir. Sanat, birbiri içine girmiş varlık kavramının tezahür ettiği bu alana denilir. Yukarıda değinildiği üzere ister metafizik isterse fizik temelli metotlar üzerinden gidilmiş olsun bir şekilde varlık düşüncesi görünür olur. Çünkü varlığın kendisini bildirmesi, bilinir olması meselenin kendisidir. Dolayısıyla bu görünür olma durumunda bir sembolizm ortaya çıkar. Sembolizm ise anlamın duyu ve duygularla işlenmesi neticesinde meydana gelir. Sonuç olarak niteliğine ve niceliğine göre çok boyutlu bir şekilde kıvam bulur. Çoğu defa söylendiği üzere bu kıvam buluş bir taklit mekanizmasının neticesi değildir. Genel kabul görmesinin hilafına sanat taklitten ziyade varoluşun insanın anlam dünyasındaki bir aksidir. Bu akse ulaşabilmek içinse varlığın anlaşılması, yorumlanması ve taakkul edilmesi gerekir. Tefekkür dünyasının varlığı anlayabilmesi, ilintiler üzerinden izah edebilmesi ise metodu zorunlu kılar.
Metot sadece bir yol değildir. Metot neyin neyle mukayese edileceğinin ve nasıl edileceğinin akli haritasıdır. Dolayısıyla eğer bir harita oluşturulamamışsa orada aklın ve bununla eş zamanlı olarak kalbin nasıl çalışacağına ilişkin bir biçim geliştirilemez. Zorunluluk olarak görülmesi gereken metot bu yüzden bir seçenek şeklinde ileri sürülemez. Metot yoksunluğu varlığın hem kalben hissedilmesinde hem de aklen idrakinde imkansızlıkların ardı ardına sıralanmasına yol açar. Elinde sağlam bir pusulası olmayan gemicinin denizlerdeki durumu neyse metotsuz aklın fiilleri de o şekilde bir seyir izler. Bu yüzden her zaman ve her yerde metodun inşası varlığın anlaşılmasına bir delil teşekkül eder. Rönesans ile görünür olan, ancak daha öncesinde Batı’da ortaya çıkan sanat akımları ve fizik temelli anlatım biçimleri hep bu metodolojik dönüşümün neticesinde ortaya çıkmış şeylerdir. Benzer dönüşümleri tarih boyunca diğer kültürlerde de görmek hiç kuşkusuz mümkündür. Ancak, ayrıca ve tafsilatlı bir şekilde izaha gerek görülmemektedir. Ek olarak, Batı söz konusu olduğunda Batı’nın varlığa ilişkin düşüncelerinin geliştirilmesinin yahut eski geleneklerin hilafına değiştirilmesinin metodolojik farklılıkla mümkün olabildiği itiraf edilmelidir. Eğer dikkat edilecek olursa, Batı’da ortaya çıkan bütün sanat dallarının varlığı yorumlamak üzerinden ilerlediği kolaylıkla görülebilecektir. Yoksa, Batı’nın tevarüs ettiklerini yahut geliştirdiklerini sadece ve sadece maddi dünya üzerinden anlamak yetersiz, kısır ve kusurlu bir görünüm çizecektir. Batı, varlığı, fizik dünya üzerinden okumaya başlamış bunu da tefekkür metodundaki değişimle gerçekleştirmiştir.
Sanatın ortaya çıkmasına yol açan üçüncü ve diğer önemli bir husus ise geleneğin teşekkül etmesidir. Gelenek var olan bir silsileye karşılık gelir. Bu yüzden kesintinin yenilenmesi yahut ihyası söz konusu olamaz. Çünkü kesintiye uğramış olanın yenilenmesi meselesi bir ihya girişimi şeklinde tanımlanamaz. Gelenek ayrıca değişim anlamına gelir ve her halükarda bir süreklilik söz konusudur. Sürekliliğini yitirmiş olan bu yüzden gelenek olarak adlandırılamaz. Sanatın ortaya çıkması ise geleneğin devamına yahut yeni bir geleneğin kurulmasına ihtiyaç duyar. Çünkü gelenek hem düşüncenin kuvvetlendirilmesine hem de tüm cüzlerin bir bütün halinde birbirini bulmasına imkan tanır. Hem bireysel hem de cemiyet olarak üretilen ve geliştirilen bilgiler, öğrenilmiş olanlar, akıldan akıla geçirilerek devamlılık sağlanır. Sembolizm denilen varlığın farklı hallerdeki tezahürleri ve anlamları öncekiler tarafından sonrakilere öğretilir. Meselenin merkezinde yer alan akıllar ise yenilik ve değişiklikle katkı sağlar. Her bir katkı ise geleneği oluşturur. Halkadaki en ufak bir gedik yahut kopukluk varlığın anlaşılmasına vurulacak bir ket olarak telakki edilebilir. Yoksa geleneğin kendisinin varlığı anlamaktan başka bir gayesi yoktur.
Dünyadaki bugünkü meselelerin hemen çoğu, aslında ve bir şekilde, doğal olarak gerileme ve ona muhalefet olarak ortaya çıkan ilerleme düşüncesiyle ilgilidir. 16. yüzyıldan sonra birkaç asra yayılmış bir şekilde Batı dışı dünyanın Batı karşısında güçten düşmesi, sağaltılması zor bir neticeyi meydana getirmiştir. Bundan dolayı her ne konu edilirse edilsin mevzunun gelip bu ilerleme-gerilemeye varması normal hale gelmiştir. Dolayısıyla ilerleme nedir yahut neye gerileme denilire bakılmaksızın bu ön kabul, bir kanuna dönüşmüştür. Bahsi edilen bu bakış açısı ise kuşkusuz idrak yöntemi nedeniyle ironik bir biçimde modernisttir. Bununla beraber Batı karşısında yerelin dayanışması ve kültürel kod olarak ayakta kalması son derece önemli görülmelidir. Keza yerel ve geleneksel olanın kendisi özgünlük bakımından değerlidir. Ancak anın izah ve anlaşılmasında geleneğin yenilik olmaksızın anakronistik bir çaresizliğe yol açacağı üzerinde de uzun uzun düşünülmelidir. Yoksa geleneğin oluşmaya başlamasıyla kemale ermesinin arasını referans olarak kullanmak ne kadar gerçekçi olabilir ki? Bilhassa kemalin süreklilik arzettiği fikri geleneği gelenek haline getirir. Aksine geleneğin meydana çıktığı zamanın kurallarının bugüne uyarlanmaksızın olduğu gibi alınıp konulması vigist bir yaklaşım olarak anlaşılmayı fazlasıyla hak eder. Bu türlü ifrat ve tefrit durumlarına tarihte yaşamak yahut tarihi bugüne yaşatmak da denebilir. Son tahlilde her ikisi de sanatı beslemez; sanatı örselerler.
Sanatın ortaya çıkması tefekkür dünyasının niteliğine bağlıdır. Bu uğraşlar ise varlık gibi son derece yoğun bir kavramın anlaşılmasına ve adlandırılmasına muhtaçtır. Dolayısıyla zihni dünya kemale ermeden ve varlığa ilişkin sorulara cevap bulmadan yeni bir dünya kurmak mümkün görünmemektedir. Yukarıda dillendirilen zihni dünya ise metne nüfuzla ilgilidir; varlığa ilişkin sorulara cevap bulmak ise metotla. Bu eşleştirmenin, gözlük merceği ile metin metaforu üzerinden yapılacak bir benzetmeyle somutlaştırılması meseleyi anlamayı kolaylaştıracaktır. Bu çerçevede gözlük, gözlerin görme yetisini kaybetmesi sonucunda kullanılan bir araçtır; sadece bir araç. Burada temel mesele metindir. Görme zorlaştıkça çerçeve içine konulmuş mercek uygun olanıyla değiştirilir. Çünkü değiştirilecek olan ne evladiyelik çerçeve ne de metindir. Eğer bu yapılmaz da metin yahut çerçeve değiştirilecek olursa istenilen hedefe erişilemez. Dolayısıyla bakış açısının değişmesi için metne nüfuz, metne nüfuz içinse merceğin değiştirilmesi icap eder. Anlama mümkün olduğundaysa varlığın yorumlanması kendiliğinden ortaya çıkar. Varlığı görmek akıl ve kalp gözüne bağlıdır. Bu çerçevede varlığın yorumlanması ve özün keşfedilip açık edilmesi sanattır; sanat ise hakikat! Böylesi bir keşif ise sadece arayanlara bahşedilmiş bir ayrıcalıktır. Meşhur sözdür, aramakla bulunmaz; ama hep arayanlar bulmuştur. Bu yüzden varlığı anlamaktan yoksun çabalar yetersiz, tefekkür etmeden çıkılan yolculuklar beyhude, aramadan varılan menziller ise boştur. Bu çerçevede hakikatin diğer adı olan sanat ise bunlardan uzakta bulunan bir Kaf Dağı’dır.