Bir grup insan için anlamlı olan özgürlük ve hak kategorileri başka bir grup insan tarafından sırf kendi değerleriyle uyumlu değil diye ‘anlamsız’ bulunup reddediliyorsa, o insanların yaşadığı ülkede huzur Kaf dağının arkasında demektir.
Bu ölçü bize belli bir andaki cari özgürlük ve hak savunusunun göstermelik mi yoksa hakiki mi olduğuna dair de esaslı bir tutamak noktası verir: Benim gibi düşünen, benim gibi hisseden insanların özgürlüklerini ve haklarını savunmak tabii ki kıymetsiz değildir, fakat asıl kıymetli olan benim gibi düşünmeyen, benim gibi hissetmeyen insanların (da) hak ve özgürlüklerini savunabilmektir; meğerki bu özgürlük ve hakları kullanarak ‘benim’ özgürlüğümü ve haklarımı ortadan kaldırmaya girişsinler…
Burada ‘meğerki’ rezervini cari hak ve özgürlük tartışmamızda pratik bir anlamı varmış gibi kullanmıyorum, çünkü böyle bir şey yok. Bizim tuhaf tartışmamızın öznesini (öznelerini) kendi özgürlük alanlarını daraltmadığı halde başkalarının özgürlük alanını genişleten adımlara ölümüne bir sertlikle karşı çıkan insan grupları, siyaset grupları oluşturuyor.
Toplumsal grupların kendi özgürlükleri hususunda hassas ve dirençli olmaları, o grupların özgürlüklerinin iktidarlar tarafından gasp edilememesinin başta gelen sigortalarından biridir.
Fakat toplumsal grupların tamamının özgürleşmesinden, yani gerçekten özgür bir toplumdan söz edeceksek, bu türden “grup sigortaları” için en fazla “yetmez ama evet” denebilir.
İktidarların, hiçbir toplumsal grubun özgürlüğüne müdahale edememesinin, yani özgür bir toplumun sigortası, kendi özgürlükleri konusunda hassas olanların, başkalarının özgürlükleri konusunda da hassas olabilmeleridir.
Biz, ne yazık ki bu sigortadan çok da nasipli bir toplum değiliz.
Aslında özgürlük duygusu ‘doğal’ halinde ‘bölünemez’dir… Bir kişinin, toplumun bir kesimi için kabul ettiği bir özgürlük talebini başka bir kesim için reddetmesi, hakikatte olacak bir şey değildir… Fakat biz öyle bir hale geldik ki, bunu bile “normal” kabul eder olduk.
Gülay Göktürk’ün yıllar önce yaptığı güzel benzetmeyle: Sanki bir özgürlük deposu varmış da başkaları da oradan nemalanırsa ‘bizim’ payımız azalacakmış gibi.
Kendi mutluluğu azalmayacak, fakat bu arada -kendisine benzemeyen- başkalarının mutluluğu çoğalacak… İşte bizim patolojimiz bu: Kendi mutluluğundan duyduğu tatminin daha fazlasını başkalarının mutsuzluğundan duyacak hale gelmiş olmak.
Kendi ailesini fedakârca seven fakat başkalarını zerrece umursamayan…
Kurt Vonnegut, ‘Epizootik’ adlı öyküsünde, kendisinden sonra sigortanın ailesine ödeyeceği serveti düşünerek intihar eden Amerikalı aile babalarının dûçar olduğu kurmaca bir hastalığı (epizootik) anlatır. Vonnegut, öyküsündeki karakterlerin gerçek hayattaki karşılığını, sonlara doğru kahramanlarından biri aracılığıyla şöyle tasvir eder (ve böylece öyküsünde hangi tür Amerikalıları anlattığını da söylemiş olur): “Hayatın amacının kendi ailelerini gitgide daha çok zengin etmek olduğunu düşünen, aksi takdirde o hayatı yaşamaya değmeyeceğine inanan zeki ve parlak Amerikalı erkekler…”
Şimdi öyküyü bir yana koyup gerçek hayattaki bu orta sınıf Amerikalı aile babaları üzerine odaklanalım…
Eşini ve çocuklarını her yıl lüks tatillere götürebilmek, çocuklarını hiçbir zaman devlet okuluna gitmek mecburiyetinde bırakmamak, onları at binmek, yelkenliyle gezmek, golf kulübüne gitmek gibi zevklerinden mahrum etmemek için ölümüne çalışan bu aile babalarının fedakârlıkları hangi soydan bir fedakârlıktır?
Vonnegut, okuru bu soruyla yüz yüze bırakmadan önce, o aile babalarının kendi aileleri ‘iyi’ olsun diye başkalarına yapabilecekleri kötülükler hakkında da bilgilendirir; ki böylece, bu aile babalarının fedakârlıklarının o kadar da yüceltilecek bir şey olmadığını imâ eder.
Ben bu öyküden biri doğrudan öbürü dolaylı iki ders çıkartıyorum.
Dolaysız ders: Kendi yakınlarının iyiliğini düşünen ve o uğurda fedakârca bir hayat süren birinin davranışı tabii ki takdire şâyandır, fakat bu amaç uğruna başkalarının iyiliğini hiçe sayan biri için aynı şey söylenemez.
Dolaylı ders: Sana uzak olanların, hatta hiç tanımadığın birilerinin hakkını da en yakınların gibi savunabiliyorsan, işte o zaman, ancak o zaman ‘diğerkâm’ sıfatına hak kazanabilirsin.
Vonnegut, ‘iyilik’ gibi, ‘fedakârlık’ gibi değerlerin ancak ‘çapaksız’ olduğunda anlamlı olacağını anlatıyor bu öyküsünde; bu değerlerin özneye ya da şarta bağlı olamayacağını, bölünemez olduğunu…
‘İyilik’ için, ‘fedakârlık’ için geçerli olan, hepimizin -en azından retorikte- ortaklaşa onayladığımız adalet, özgürlük, hak bilirlik gibi başka ‘yüce’ değerler için de geçerlidir.
Bazıları için geçerli olan ama bazıları için olmayan; bazen geçerli olan ama bazen olmayan; şu koşullarda geçerli olan ama bu koşullarda olmayan adalet ve özgürlük kavramları, onlara atfettiğimiz ‘yücelikleri’ taşıyabilir mi?
Türkiye, ne yazık ki bu kavramların sadece ‘bizim’ ve ‘bizimkiler’ için dile getirildiği bir ülke… Adalet ve özgürlüğe ihtiyaç duyanların, gücü ele geçirdikten sonra onları tümüyle unutup zalimleştiği bir ülke…
Böyle bir ülkede yaşadığımızı, geçtiğimiz hafta sonu Kürtlerin hak taleplerini ele alan iki çalıştay (Hüda-Par ve Hak İnisiyatifi) vesilesiyle bir kez daha idrak ettik. Bu yazıyı, bu konuyu ele aldığım “Dillerde demokrasi vaatleri, ellerde ‘helal hak’” başlıklı yazıda anlatmak istediklerimi biraz daha açmak için yazdım. Fakat ana fikir aynı, orada söylediğim gibi:
“Gerçekleştiğinde bu ülkede yaşayan Kürtlerin kendilerini iyi hissedeceği, ülkeleriyle bağlarını daha da güçlendireceği bazı hak talepleri dizginsiz bir öfkenin mezesi oldu. Öfkelerini dile getirenlerin başında, maruz kaldıkları hak ihlallerinden haklı olarak şikâyetçi olan ve iktidara geldiklerinde ‘demokrasi’ vaat eden aydınların ve siyasetçilerin olması da işin ironisiydi. Türkiye, kendi tatminiyle bağlantılı olmayan hak taleplerini ‘helal’ saymayan siyasi grupların birlikte yarattığı bir cehennem.”
Gezi filminin en heyecanlı sahnesi korktuğum gibi sadece hoş bir sadâ imiş
Bu yazıyı, 2013’ün Temmuz’unda, Gezi direnişinden hemen sonra kaleme aldığım “Öncelikle kimi eleştirmeli, öncelikle kimin hakkını savunmalı?” başlıklı yazının “Gezi’ filminin en heyecanlı yeri: Baskıyı görünce ‘öteki’ni anladım!” ara başlığını taşıyan bölümüyle sonlandırıyorum. Bağlantıyı kuracaksınız:
“Gezi eylemleri tecrübesinin en heyecan verici yanlarından biri, devletin baskısına, şiddetine, müdahaleciliğine ve hayat tanzimciliğine isyan ettiğini söyleyen eylemcilerin, bu tecrübeden çıkardıklarını söyledikleri ders oldu… Bu ‘ders’e göre, özgürlük taleplerine baskıyla cevap verildiğini gören eylemciler, bir tür ‘aydınlanma’yla, o âna kadar aldırış etmedikleri başka özgürlük taleplerine de anlayış ve sempatiyle bakmaya, hatta onları sahiplenmeye başlamışlardı.
“Başkaları için gerçek bir tatmin sağlayacak bazı özgürlük taleplerini, sırf kendi hayat algımız bakımından önemli ve anlamlı bulmadığımız için sahiplenmememizin, hatta düpedüz karşı çıkmamızın yol açtığı özgürlük sorunları üzerinde çok yazı yazmış biri olarak, bu ihtimal birçok insan gibi beni de heyecanlandırdı, heyecanlandırıyor. Çünkü inanıyorum ki, Türkiye’nin bir ‘kültürler savaşı’ cehennemine sürüklenmemesinin yegâne sigortası, ‘bizim kültürümüz’ açısından önemli ve anlamlı görünmeyen taleplere de sahip çıkmayı, çıkabilmeyi öğrenmektir.
“Gezi deneyimi bu açıdan örnekler ve derslerle dolu bir süreç oldu. Onu önemseyelim, fakat abartmalardan da kaçınalım… Ortak bir eylemin içindeki karşılıklı hoşgörü aldatıcı olabilir… Bakalım oradan geriye nasıl bir tortu kalacak?”
Şu son günlerde Kürtler adına dile getirilen birkaç masum hak talebi etrafında döndürülen fırtına gösteriyor ki Gezi filminin en heyecanlı sahnesi korktuğum gibi sadece hoş bir sadâ imiş.