İktidar Meclis çoğunluğunu ve cumhurbaşkanlığını alacağından emin, ama Uber’i engelleyerek, bedelli askerliğin umudunu canlı tutarak elinden gelen tüm popülist ‘tedbirleri’ almaktan da geri durmuyor. Çünkü özellikle parlamento seçimini kazanmasının hiçbir garantisi yok.
Erdoğan’ın ‘ustalık’ dönemi, adalet ve özgürlükler alanındaki olumsuzluklar ve nepotizm iddiaları yanında, ekonomideki bariz bilgisizlik ve yanlışların da görünür hale gelmesine neden oldu. Türkiye halkının hak ve özgürlükleri öne alan bir tercih mantığına sahip olduğunu ileri sürmek zor olsa da, eğitim, sağlık ve ekonomi gibi daha ‘teknik’ konularda iyi yönetim beklentisi içinde olduğu göz ardı edilemez. Dolayısıyla ekonomide göz göre göre sürdürülen yanlış tutumun iktidara oy kaybettirme ihtimali fazla.
***
Erdoğan bunu engellemek üzere ‘bazı çevreler bize ekonomik savaş ilan etti’ söylemini kullanıyor ama ‘paralarınızı liraya yatırın, bu oyunu bozun’ çağrılarının tam tersi netice vermesi, Türkiye halkının en az ‘bazı çevreler’ kadar rasyonel olduğunu gösteriyor. Küresel piyasalara entegre olmuş bir toplumda, döviz kurlarının yönetim hataları nedeniyle aşırı yükselmesinin sandıkta bir karşılığının olmayacağını ve insanların ‘üst akıl’ hamasetiyle oyalanabileceğini varsaymak gerçekçi değil.
Düşünün ki faizlerin artırılması, faiz politikasının sadeleştirilmesi, ihracatçılara düşük kur garantisi verilmesi gibi ‘soğutma’ adımları bile işe yaramıyor. Yandaş medyanın ‘işin arkasında masonlar var’ ya da ‘yerli para adımı ABD’ye korku saldı’ türünden ‘haberciliğinin’ de iktidar militanlığına intisap etmemiş olanlar için itici olduğu açık.
Bir yanda ‘ben ekonomistim’ diyen ve her şeyi tek elden yöneten bir cumhurbaşkanı, diğer yanda aynı kişinin ekonominin gereklerini anlamakta ve yapmakta yetersiz kaldığı izlenimi… Yönetim dövizdeki yükselmenin ürün maliyetine etkisinin faizdeki yükselmeye oranla kat be kat fazla olduğundan bihaber gözüküyor. Enflasyonu aşağı çekmek için faiz artırımından korkarken, dövizin zıplamasına neden olup yüzde 15’lik enflasyonu yapısal hale getiriyor.
Buna çare olarak öne sürülen yerli para ile ticaretin ise, aslında Türk lirasından ziyade ticaret açığı verdiğimiz ülkelerin paraları ile ticaret anlamına geldiği bilmezlikten geliniyor. Örneğin Çin’den TL ile ithalat yapma ihtimalimiz olmadığına göre, gereken Çin Yuan’ının da piyasadan bulunacağı ve yine dolar üzerinden hesaplanacağı söylenmiyor.
Bu somut yaşananlara Merkez Bankası’nın yürütmeye olan bağımlılığını ve hiçbir temeli olmayan ‘milli para’ söylemini ilave ettiğinizde, analiz yapmak da anlamını yitiriyor. Mesele sadece ekonominin gereklerini eksik veya yanlış yapmak değil… Ekonominin gereklerine ilişkin afaki kanaatlere sahip olup, bunlara inanmak ve üstelik o kabuller üzerinden giderek ‘ustalık’ ve ‘cesaret’ adına keyfi tasarrufların cazibesine kapılmak.
Son iki yılda iktidar Türkiye’yi güçlendirmedi… Aksine kırılgan hale getirdi. Yanlış yönetimi dengeleyecek kurumları zayıflatırken, söz konusu yanlışları yönetim kültürünün içine yedirdi ve bunu sürdürmeyi sağlayan bir liderlik kurumsallaşması yarattı.
***
Bu düzenleme içinde ekonomide doğrular yapılabilseydi, belki Türkiye halkı adalet ve özgürlük eksikliğine razı gelebilir, ülkenin birçok alanda gerilemesi ve yalnızlaşmasını ‘dış güçlerin fıtratına’ havale ederek iktidara ihtiyaç duyduğu desteği verebilirdi. Ama hükümet inanılmaz bir biçimde kendi ayağına sıktı… En teknik alanda ısrarlı ve istikrarlı biçimde yanlış tutumu sürdürmekle kalmadı, bunu açıkça seslendirdi…
Sonuçta seçimin kazanılması için her alanda ve olabildiğince çok kişiye popülizmle ulaşmaktan başka yol kalmadı. Bu popülizmin ülkeye ve yönetime maliyeti büyük olacak ve muhtemelen daha radikal bir hamaset ve kutuplaştırma ile geçiştirilmeye çalışılacak. Söz konusu dengeden de ancak bir erken seçim daha çıkacak…‘Yeni’ AK Parti bir sarmalın içinde, siyasete tutunmak üzere son bir hamleye soyunmuş gözüküyor.