Amerika’da görülen ve Rıza Sarraf’ın önce “sanık” sonra “tanık” olduğu dâvâ, Türkiye’de gündemin üst sıralarındaki yerini koruyor. Duruşmalar çok yakından takip ediliyor; mahkemedeki ifadeler an be an Türkiye’ye aktarılıyor. Sarfedilen her söz, dile getirilen her iddia Türkiye’de mevcut tartışmaları harlıyor ve yeni tartışmalara yol açıyor.
Bu dâvâda öncelikle, Sarraf’ın kendisine yönelik bir tehlike olduğunu bilmesine karşın Amerika’ya gitmesi üzerinde durmak gerekiyor. ABD devletinin ciddi bir ithamıyla karşı karşıya olmasına rağmen, Sarraf nasıl oldu da elini kolunu sallayarak Amerika yolunu tuttu? Bu mühim sorunun cevabı henüz net bir şekilde aydınlanmış değil. Ama Sarraf’ın Türkiye’de kendisini muhafaza eden kalkanın zayıfladığını düşünüp ABD ile anlaşması ihtimali yüksek. Bilhassa ortağı Babek Zencani’nin İran’da idam cezasına çarptırılması, Sarraf’ı hayatını kurtarmak ve sürdürmek için en iyi çarenin ABD koruması altına girmek olduğu düşüncesine yöneltmiş olabilir.
Sarraf’ın kendini Amerika’ya atmasına Türkiye’nin nasıl göz yumduğu da ayrı bir muamma; hükümet çevrelerinde bu konu da hararetli bir biçimde tartışılıyor. Anlaşılan o ki iktidar, Sarraf hadisesinin böyle bir yol katedeceğini ve ülkenin başını bu kadar ağrıtacağını hesap edemedi. Hükümetin — baştan itibaren — sürecin yönetiminde büyük hatalar yaptığı noktasında kanaatler ortaklaşıyor.
Ambargoyu delmek
Kamuoyunda Sarraf ismi ile özdeşleşen dâvânın özünü, İran’a yönelik Amerikan ambargosunun delinmesi (suçlaması) oluşturuyor. Hem uluslararası bankacılık kaidelerini, hem de Amerikan mevzuatını ilgilendiren oldukça teknik bir mesele bu; nitekim yargılama esnasında Sarraf’a sürekli şema çizdirilerek meselenin daha açık hale getirilmesine çalışılıyor. Eğer sonuçta mahkeme ambargonun delindiği yönünde bir karara varırsa, bu süreçte yer alan bankalara bir ceza kesecek. ABD, koyduğu ambargoyu delen ticarete aracılık ettikleri gerekçesiyle, daha önce de içinde Avrupa bankalarının da olduğu 15 finans kuruluşuna bu tür faturalar çıkarmıştı.
İran’a yönelik ambargonun muhakeme edildiği bir davanın, esas itibariyle siyasi bir dâvâ niteliği taşıdığı su götürmez. Ambargonun gayesi belli: Amerikan çıkarlarını korumak. ABD yönetimi, kendi politikaları doğrultusunda birçok ülkeye ambargo koyuyor; koyduğu ambargoyu bazen esnetip bazen daraltıyor, gerek gördüğünde de kaldırıyor. Şüphesiz hiçbir ülkeden olduğu gibi Türkiye’den de ABD menfaatlerine yüzde yüz uygun hareket etmesi, ticaretine salt ABD gözlüğüyle bakması beklenemez. Türkiye’yi ABD’nin kararları değil. Birleşmiş Milletler’in (BM) aldığı kararlar bağlar. Dolayısıyla ABD ambargosuna rağmen İran ile ticaret yapılması, Türkiye için hukuki bir problem teşkil etmez.
Amerikan ambargosuna karşı gelinmesi, iç siyasette de hükümete herhangi bir sıkıntı çıkarmaz. Çünkü hiç kimsenin hükümetten ABD’nin çıkarlarını koruması gibi bir talebi –doğal olarak — bulunmuyor. Ayrıca liberalinden sosyalistine, muhafazakârından milliyetçisine hemen her kesim, ABD’nin koyduğu raconun bozulmasından mutluluk duyuyor. İnsanların AK Parti’ye yönelik çok sayıda şikâyet ve eleştirisi olabilir, ama ABD ambargosunun delinmesi bu şikâyet ve eleştiriler içinde yer almıyor. Aksine, ABD’nin muhalefetine karşın sınır komşusu bir ülke ile alış-veriş yapması destekleniyor. Bu itibarla, ambargo karşıtı duruş, hükümet için negatif bir siyasi maliyet üreteceğe benzemiyor.
“Türkiye’yi hedef alan kumpas”
Buna mukabil yargılama esnasında Sarraf tarafından dillendirilen rüşvet iddiaları, içerde ve dışarıda hükümeti zora sokabilir. Sarraf ifadesinde üç bakanın ismini verip, işlerin yürütülmesi ve kolaylaştırılması için bunlara rüşvet verdiğini iddia ediyor. Dudak uçuklatan rakamlar söz konusu. Sarraf, verdiği rüşvetleri muhasebe kayıtlarıyla da ispatlayabileceğini belirtiyor. Rüşvet almakla suçlanan eski bakanlardan ise şu ana kadar herhangi bir açıklama gelmiş değil. Topyekûn bir sessizliğe bürünmüş bulunuyorlar.
Sarraf’ın ifadeleri karşısında Türkiye’de iki tür tepki verildi. İlki hükümete ve medyasına ait, onlar Sarraf’ın ithamlarının tamamen asılsız olduğunu belirtiyor. İktidara göre, Sarraf ABD’nin elinde tutsak olarak bulunuyor. Türkiye’yi hedef alan bir operasyon var; Sarraf’a da bu operasyon dahilinde iftiralar attırılıyor. Maksadı Türkiye’yi müşkül durumda bırakmak olan bu sözler hiçbir değer taşımıyor ve dikkate alınması gerekmiyor.
Özetle hükümet, Sarraf vakasını“Türkiye’ye yönelik bir kumpas” diye milli bir mesele haline getirip tartışılmasının önüne geçmek ve eleştirileri asgariye düzeye çekmek istiyor.
Ancak bunun çok ikna edici bir siyaset olduğu söylenemez. Böylesine ağır ithamlar varken insanların hükümetin “uluslararası kumpas” iddiasıyla iktifa edip susması ve yaşananları sessizlikle kabullenmesi düşünülemez. İkinci tepki de buradan doğuyor. İnsanlar Amerikan ambargosunun delinmesi iddiasına karşı hükümetin yanında duruyor, ama bu rüşvet iddialarının da açıklığa kavuşturulmasını istiyor. Kumpas, oyun, vb sözcüklerin rüşvet ve yolsuzluk iddialarının üzerini örtmek için kullanılmasına itiraz ediyor.
“Adaleti hâkim kılmak”
Bu tepki en net ifadesini eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun sözlerinde buldu. Davutoğlu’na göre, Türkiye ABD’nin tek taraflı ambargosunu hiçbir surette kabul edemezdi. İran ile ticaret yapılmasında sorun yoktu ve bu bağlamda Türkiye’nin yanında dimdik durmak gerekirdi. Fakat bu süreçte kişisel menfaatleri için gayri hukuki işlere bulaşan varsa, bunlardan da hesap sorulmalıydı:
“Devletimizin izzeti ve itibarı anlamında yapılan her komplo karşısında dimdik dururken adaleti ve ahlâkı hâkim kılmak zorundayız. Devletimiz ateş çemberi içinden geçerken, her birimiz bu ülkeyi bu ateş çemberinden nasıl çıkarırız diye düşünürken, Rıza Zarrab başta olmak üzere bu ateş çemberindeki ülkenin düştüğü zor şartlarda kim kendi çıkarını düşünmüşse, kim servetini artırmayı planlamışsa, kim rüşvet almışsa, kim haksız kazanç peşinde olmuş ve elde etmişse onlardan da hesap sorulmalıdır. Biz buradayız. Bu ateş çemberinin içinden geçerek geldik. Mücadele yürütürken eğer Türkiye’de yanlış bazı işler olmuşsa bu yanlışın hesap verilme makamı da New York değil Ankara’dır, Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleridir.”
Burada vazife Türkiye’deki yargı makamlarına düşüyor. Sarraf’ın söyledikleri yenilir yutulur cinsten değil. Elbette söyledikleri, kısmen ya da tamamen doğruyu yansıtmıyor olabilir. Bir an önce hapisten çıkmak ve canını kurtarmak için olmayan şeyleri söylemesi, suçlar uydurması da bir ihtimal. Ama bütün bu hususlar yargı sürecinde aydınlatılmalı. Yargı makamları, Sarraf’ın iddialarını ihbar kabul edip etkin bir soruşturma başlatmalı, bu iddialarla yüzleşmeli.
Kamu gücünü kendi kişisel menfaatleri için kullananların olup olmadığını araştırmak ve varsa böyle kişileri açığa çıkartmak, Türkiye’yi zayıflatmaz; tam tersine Türkiye’nin elini güçlendirir.
(*) Kürdistan 24, 06.12.2017. http://www.kurdistan24.net/tr/opinion/79338948-ac3f-42b7-844e-648c11db8792