Muhalif aydınlar üzerine düşünmeyi, onların iç dünyalarını anlamaya çalışmayı önemsiyorum. Çünkü entelektüellerin tutumlarının “Türkiye aydınlanması”nın karakteristik özelliklerine, temel şifrelerine ışık tuttuğuna inanıyorum.“Cahil cesareti” diye bir şey olduğunu hepimiz biliriz. Geleceği öngörmenin, tehlike bilgisine sahip olmanın korkutucu olabileceğini anlatır bu terim bize. Gözü karalığı, bilmemekle ilişkilendirir. Fakat yine şunu da biliriz ki, geleceği görememek, referanssız kalmak, belirsizliğin hâkimiyetine girmek de en az “bilmek” kadar ürkütücüdür.O halde şunu söyleyebiliriz belki: Tutumlarımızı belirleyen “korku veya umutlarımız”, aslında sahip olduğumuz bilginin “az” ya da “çok” olmasından ziyade “tür”üyle ilgilidir.Şöyle de düşünebiliriz: Aydınlar “çok bildikleri” için endişelenirken, avam, cehaleti nedeniyle coşup taşmıyor. Ya da avam korkup kaçarken, aydınlar bilgi patlaması yüzünden ümitlenmiyorlar. Böyle bir bölünme yok.Bölünme şöyle: Bir düşünce çerçevesi içinden bakan sıradanlar ve aydınlar kötümser bir dünya kuruyorlar. Başka bir düşünce çerçevesi içinden bakan sıradanlar ve aydınlar ise iyimser bir dünya kuruyorlar. Nereden baktığınıza bağlı olarak bakılanın sizde yarattığı anlam ve duygu değişiyor.Bu önermenin üzerinden dönüp bakarsak memlekete…Bazı seküler demokratları ve öteki tarafta yer alan Gülen örgütü çevresini dışında bırakırsak, gördüğümüz genel manzara; seküler aydınların karamsar, dindar aydınların iyimser olduğudur.Başlı başına bu resmin kendisi zaten, bu bölünmenin “bilgi”den çok “kültür”le ilgili olduğunu düşündürtüyor. “Kültür” kavramını, derinlerde duran duygu kodlarından akli gibi gözüken ön kabullere, varsayımlara kadar genişleyen bir “iç dünya” karşılığında kullanıyorum. Bu iç dünyayı çözümlemedikçe seküler aydın muhalefetinin gerçek tabiatını da anlayamayız inancındayım.Bu iç dünyanın kilit taşını Batı’cılığın oluşturduğunu düşünüyorum. Bu taşı çekin, Türkiye’de seküler aydının tüm düşünce ve tahayyül evreni çöker. Şuna dikkat: Batı’nın tarih içinde büyük bedeller ödeyerek geliştirdiği ve evrensellik payesi biçilen değerlere bağlılıktan ibaret değil bahsettiğim Batı’cılık. Doğu’ya derin bir güvensizlik, yabancılık duygusuyla kuşatılmış bir düşünce evreni bu aynı zamanda. Batı değerlerinin, bu coğrafyada tarihsel, kültürel güvenilir bir karşılığının olmadığı kabulüne dayanıyor.Üstelik bu ideolojik kabulleri konsolide eden bir tarihten geliyoruz. 60’larda Kanlı Pazar, 70’lerde Maraş, Çorum katliamları, 90’larda Madımak’ın derin kırılmalar ve aşılması çok zor kabuller yarattığını görmek gerekir. Bu tarihin, seküler kesimlerin -Doğu/İslam kuşkuculuğu anlamında- Batı’cılığını taşlaştırdığını söyleyebiliriz.Ancak kabul etmeliyiz ki, bu düşünce dünyası gerçekten acı verici paradokslarla yüklü. Batı demokrasisini, temel hakları, özgürlükleri istiyorsunuz. Fakat içinde durduğunuz toplumun çoğunluğunda bu değerlerin var olmadığını ve kolay kolay da olamayacağını düşünüyorsunuz. O halde ne yapacaksınız? Demokrasi her şeyden önce çoğunluğun iradesine “kayıtsız kalamayacağına” göre, kimin iradesi ile inşa edeceksiniz demokrasiyi? Demokratsınız, ama “uygun halk”ı bulamıyorsunuz!Belki bir gün, Katmandu’daki rahip “hayatın anlamı nedir?” sorusuna bile cevap bulur da, Türkiye’nin seküler aydını “demokrasiyi nasıl kuracağız” sorusuna cevap bulamaz bence…Doğu’ya, İslam’a ait olana yabancılaştırılmış; değersizlik ve korkutuculuk kodlarıyla inşa edilmiş bu düşünce ve duygu dünyası öyle algı filtreleri yaratıyor ki, Türkiye korku tüneline dönüyor.2000’li yılların başına kadar statükonun rantı için her ahlaksızlığı yapmış, güç bağımlısı, çoğunu medyadan tanıdığımız insanlarla, bu “seküler liberaller” hangi nedenle barıştılar? Nedir kutlu doğum günlerinde bu yelpazeye “bakın yine aynı mücadelede buluşuyoruz” dokunaklı konuşmalarını yaptıran sebep?Benim cevabım açık: “Doğu’ya ve İslam’a güvenemeyiz. Hiçbir ayrım Doğu/Batı, seküler/ dindar ayrımının üstünde olamaz…” Söylenmeyen gerçek budur…Bu aydın çevresi, AKP eliyle hiç tanımadığı bir şeyi denedi: Demokrasiyle uyuşmayan, çok bedeller ödediği askeri vesayetin tasfiyesine destek verdi. Fakat o kadar ürkek, o kadar toplumun kumaşına güvensiz ki; Batı’ya kafa tutan politikalarla karşılaşınca, Batı çıpasının iş görmeyebileceği anlaşılınca paniğe kapıldı. Kendi zihninde ikilemi şöyle kurdu: Ya Batı sisteminden bağımsızlaşarak Doğu despotizmine kayış ya da Batı’nın vesayetinde düşük yoğunluklu demokrasi. Seküler aydınların AKP ile attığı adımın sonuçlarından ürktüğünü, Batı güvencesine sığındığını ve demokratikleşme sevdasının gerçekçi olmadığına karar verdiğini söylersek haksızlık etmiş olmayız.Evet; bu aydın çevresi demokrasiye inanmıyor. Onların bütün hayatını, duruşunu, tavrını “korku” belirliyor. Bütün süslü sözler, bütün derin suskunluklar, bütün kem kümler korkunun dışavurumundan başka bir şey değil. Bize demokrasinin yolunu göstermek gibi bir niyetleri de, bir düşünsel imkânları da yok. Onlar bize “despotizmden kaçın” diyorlar; “Batı’ya sığının, çoğunluğu terk edin”…Bakın; önceki Çarşamba, Murat Belge’nin röportajına ilişkin “yan yana durmak” başlığıyla eleştirel bir yazı yazdım. Bu yazı üzerine çok ciddi, üzerine düşünülmüş yorumlar, mailler aldım. Sorulan soru şu: “Bu çapta entelektüeller Gülen hareketinin niteliğini bilmiyor, görmüyor olamazlar; nasıl oluyor da beraber davranıyorlar?” Elbette bu soruya Abant Platformu, Taraf gazetesi gibi oluşumlar üzerinden “organik bağımlılık mı var” iması eşlik ediyor.Cevabım, “hayır”dır. Organik bağımlılık yoktur diye düşünürüm. Fakat Gülen örgütünün yapısı hakkında doğru fikirlerinin olmadığına ben de ihtimal vermem. Sızmacılığı, kumpascılığı, küresel boyutu, neo-con gölgeleri hissetmemeleri; görünen açık kanıtlardan bu siyasi okumaları yapamamaları kanımca imkânsız. İşin sırrı bence şu: Gülen örgütünün “Batı denetimi” noktasında “karnesi temiz”. Gülen hamlesini Batı’nın kararı olarak okudular. Örtük alkışları, mahcup susuşları bundan. 17-25 Aralık’a aşırı bel bağlamalarının; Erdoğan’ın bitişini şen şakrak erkenden ilan edişlerinin nedeni de bu. Arşiv orada. Ne yazdıklarına bakın.Darbeye karşılar! Tek istisnayla; bu darbe Doğu despotizmine karşı yapılıyorsa görmeyebilirler. Hele “hırsızlık” gibi çok hassas! oldukları bir gerekçe sunulmuşsa, yeme de yanında yat durumları oluverir. Oldu da nitekim…Eğer yaşadığınız toplumun demokrasiyi inşa edeceği konusunda güven taşımıyorsanız; tersine, her hamlede Batı’nın denetimi dışına savrulan çoğunlukçu bir despotizm okumasıyla paniğe kapılmışsanız; gözünüz sızmacı, neo-concu istihbarat mekanizmasının anti-demokratik darbesini mi görür? Ona sığınırsınız. Hatta “iyi ki bunlar var” diye düşünürsünüz. Emniyette kalsınlar, yargıyı tutsunlar istersiniz. Bu “İslami Doğu despotizmini” halkla yenemiyorsanız neyle yeneceksiniz? Sızmacıymış, istihbaratçıymış, darbeciymiş… “Eh kim değil ki”…Bu seküler aydınların korkularını anlıyorum. Sorun; bilinmeyen bir yolculuğun, alışılmadık sert kavgalarla ilerlerken nereye doğru yöneleceğinden endişe duymak değil. Bu endişe anlaşılır. Anlamaktan öteye paylaşırım da bu endişeyi.Sorun, belirsizlikleri göze alabilmeyi gerektiren cesaret yoksunluğunda. Belli ki bu ülke muhafazakârların sürüklediği bir devrim, radikal bir değişim yaşıyor. Yine belli ki buna önderlik eden irade, iktidarı sokağa da, bürokratik darbelere de terk edip köşesine çekilecek bir irade değil. Yapılana misliyle cevap veriyor.Karşı devrimin anti-demokratik niteliğini, kullandığı pespaye yolları görmeyip, devrimin Doğulu karakterinden, gösterdiği tepkilerden korkup karşı devrime sığınırsan kimseye “demokratlık” taslamaya hakkın olmaz.Belirsizliklere rağmen halkı tercih edeceksin. Halkı darbecilere terk etmeyeceksin. Batı’nın güvenli limanları için aşağılık kumpasları görmezlikten gelmeyeceksin.Gözü karartacaksın.Kendi demokrasi maceranı, kendi bilinmezliğinde, kendi halkınla yaratacaksın.Kürtleri savaşa çağırarak;CHP’yle hizaya girerek;Küresel istihbarat tezgâhlarıyla paslaşarak değil…
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik