“Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gücü ele geçirenin zayıfı ezdiği, nöbetleşe zorbalığın hüküm sürdüğü bir Türkiye’ye, bir daha asla izin vermeyeceğiz. Türkiye’yi, öfkeye teslim etmeyeceğiz. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı ve her kavganın bir barışı vardır. Kutuplaşmadan, bağırış çağırıştan kimseye fayda gelmez. Adaletsiz hesaplaşma huzur getirmez. Biz bu lanetli yola girmeyeceğiz.”
Böyle dedi Ali Babacan, partisinin Avcılar ilçe binasını açık konuşmasında…
Devamındaki sözleri olmasaydı, muhtemelen bu sözler de yetecekti sosyal medyadaki “AK Parti’yle flört ediyor, dümeni kırıyor, bunlar böyledir işte, bir İslamcı asla değişmez” bombardımanını harlamaya. Fakat devamı da geldi ve bu sözler ‘hafif’ kaldı, ‘cazibesini’ yitirdi. Onları bırakıp şunlara yüklendiler:
“Kurucu değerlerimizin, hiçbir grubun aleyhine kullanılmasına geçit vermeyeceğiz. O değerler hepimizin, kimsenin tapulu mülkü değil. Baskıya dayalı bu çağdışı bakışa dimdik karşı duracağız. Türkiye’de hiç kimse kendisini üvey evlat hissetmeyecek. Bu memleket bizim, bu memleket hepimizin. Türk’üyle, Kürt’üyle, Alevi’siyle, Sünni’siyle bu memleket hepimizin.”
“Neredeyse her millî bayramımızda Türkiye’nin dindar insanları adeta bir sınava çekiliyor. Gözümüzden kaçmıyor. Laiklik ilkesini yıllarca çarpıtan zihniyet, hak ve özgürlükler üzerinde kurduğu baskıyla, laiklik kavramını bir süre lekeledi. Temel hak ve özgürlükleri kısıtlayanlar, yanlış anladıkları laiklik kavramının arkasına yıllarca sığındılar. Aynı zihniyet, arada sırada inançlı vatandaşlarımıza da göndermeler yapıyor. Millî günlerimiz üzerinden, bu ülkenin dindar vatandaşlarına göndermeler yapılmasına izin vermeyiz. Bu zihniyete pabuç bırakmayız. Kimse boşuna heveslenmesin.”
Bu sözlere gösterilen tepkinin, ortaya çıkan öfkenin anlamını değerlendireceğim. Fakat önce, Baykal’ın genel başkanlığının son yıllarını da kapsayacak biçimde, aşağı yukarı 15 yıldır sürdürdüğüm “CHP’deki ve tabanındaki değişim” yazılarımın içinden geçerek bir özet yapmak istiyorum.
Doğrusunu isterseniz Babacan’ın konuşması vesilesiyle ortaya çıkan laik-seküler tepki, bu kesimdeki değişim için -bahsettiğim yazılardan birinde- “dışarıdan bakanlar için izlemesi çok kolay, çünkü çok yavaş” diyen biri olarak beni hiç şaşırtmadı.
“Seri seçim yenilgilerini garantilemenin temel ilkeleri”
CHP uzun on yıllar boyunca “seri seçim yenilgilerini garantilemenin temel ilkeleri” gibi bir kılavuzun yol göstericiliğinde hareket etti. Bu kılavuzun en önemli maddeleri şunlardı:
Birinci madde: Programını, laikliğin savunusuyla sınırla. Gözün başka bir şey görmesin. Laikliği tarif ederken de liberal laiklik tanımlarına yüz verme. “Özgürlükçüyüz ama aptal değiliz, türbana üniversitelerde geçit yok” de; eşinin başı örtülü birinin cumhurbaşkanı olmasını kabul etme; gerekirse ortalığı birbirine kat!
İkinci madde: Ekonomiydi, enflasyondu, işsizlikti, yatırımdı, tarımdı, şuydu buydu meselelerine fazla takılma. Bunları ağırlıklı biçimde siyasi söylemine katmak seni asıl hassasiyet alanından (bkz 1. madde) uzaklaştırır; onlara iktidara gelince bakarsın.
Üçüncü madde: Türkiye’de kimliksel talebi olan bir etnik duyarlılık yoktur, Kürtler ve Türkler ulusal kurtuluş savaşını birlikte yürütmüşlerdir, etle tırnak gibidirler. Bu birlikteliği bozmak isteyen terör ortadan kaldırılır, bölge ekonomik olarak kalkındırılırsa sorun çözülür.
Bu maddelerden her biri kendi rolünü oynayarak CHP’nin seçim yenilgilerini garantiledi. Birinci madde bunu AK Parti tabanını AK Parti liderliğinin etrafında konsolide ederek; ikinci madde Türkiye’de kabaca yüzde 20-25’lik bir kitle oluşturan siyasetsiz-ideolojisiz, sadece ‘hizmet’e bakarak oy veren insanları blok olarak AK Parti’ye yönelterek; üçüncü madde de yüzde 15-25’lik bir kitle oluşturan Kürt seçmenleri CHP’den uzaklaştırarak yerine getirdi.
Sonuçta da CHP yüzde 20’lik ‘ne yapsa CHP’ye oy verecek’ kendi çekirdek seçmeninin ‘garanti’ oylarıyla seçimi kaybetmeyi her seferinde garantilemesini bildi.
Kılıçdaroğlu’ndan sonra
Laik-seküler kesimin ana siyasi mecrası olan CHP’de taban, eskiden liderlerinin seçim propagandalarında sadece laiklikten söz etmesini, irticaya karşı göğsünü siper etmesini ister başka da bir şey istemezdi. Fakat problem şuradaydı ki, lider seçimi kaybettiğinde de onu taşlarlardı.
Kılıçdaroğlu, bu programla ve bu dille seçim kazanamayacaklarını anlatarak işe başladı. Bunu en hızlı kavrayıp kabul eden kademe teşkilat oldu. Çünkü onların derdi yürek soğutmak değil seçim kazanmaktı. Teşkilat, bu motivasyonla Kılıçdaroğlu’nun, o zamana kadar asla düşünülemeyecek açılımlarını ve ittifak politikalarını kabul etti. 2019 seçimlerinde bu yeni siyaset başarılı olunca, teşkilat ‘eski’ siyasetle hesaplaşmaya, onu dönüştürmeye daha hevesli oldu.
Fakat ara ara ortaya çıkan tuhaflıklar, sanki tabanda benzer bir gönüllülüğün, hevesin olmadığını gösteriyordu. Onlar sanki liderlikle sadece seçimler için zımnî bir anlaşma yapmış gibiydiler. Sanki liderliğin “AK Parti kutuplaştırmadan kazanıyor, bu tuzağa düşmeyelim” biçimindeki temel siyasetini sırf seçim kazanmak için gönülsüz olarak kabul ediyormuş havasındaydılar.
Dönüp baktım; CHP’ye ve tabanına dair en son geçtiğimiz yıl bu zamanlar, yani 2019’daki seçim başarısından bir yıl sonra yazmışım. Fakat o seçim zaferine rağmen tabandaki değişimin salt seçim-siyaset odaklı olduğu kanaatimden vaz geçmemişim:
“Yani ideolojik olarak hatırı sayılır bir değişim geçirmemiş, fakat siyasi olarak bazı gerçekleri nihayet öğrenmiş bir CHP tabanıyla karşı karşıyayız. O nedenle, şimdilerde CHP içinden gelen ‘Yüz yıllık cumhuriyet birikimiyle, cumhuriyet değerlerini vurgulayarak tek başına CHP iktidarı’ nutukları atanlara itibar etmiyor o taban. Kalbi (ideoloji) onlarla birlikte olsa da aklı (siyaset) başka bir şey söylüyor ve onlara ‘kusura bakmayın’ diyor.” (“CHP tabanı 2010’dan bu yana ne kadar yol aldı”, Serbestiyet, 29 Ağustos 2020)
Babacan’a karşı bu tabanda dile getirilen ani öfke, “seçim zaferi cepte artık, öyleyse mış gibi yapmamıza gerek yok” duygusuyla yeniden serbest bırakılmış “ideoloji”nin bir türevi gibi görünüyor.
Perşembe günü devam edeceğim.