[24-26 Şubat 2017] Söz verdim bir kere. Türk usulü düşünsel apartheid’ın, “en öz hakikî reisçi”lerin yanısıra “sol” cepheden de yaşadığım son komikliğini ayrıca anlatacağım dedim. Geçtiğimiz üç günde tereddüt etmedim değil. Değer mi dedim. Çok kıytırık dedim. Ama bir noktada, kaç kişi ve ne kadar marjinal olurlarsa olsunlar, bazı solcuların siyaseti bu kadar ayağa düşürmesi, bu kadar kişisel gıcıklığa indirgemesi de ilginç geldi. İçinde başka bazı dersler taşıyabileceğini da farkettim.
Başlığım önce Yeni bir hayır’cılık türü’ydü. Ömer Seyfettin’in Yeni Bir Hediye’sine nazire. 1911’de Trablusgarp’ı (Libya) işgal eden İtalya’nın modern zırhlıları ve dolayısıyla Akdeniz hâkimiyeti, etkili bir yardım ve savunmayı imkânsız kılmış. Ardından Balkan Savaşları (1912-1913) gelip çatmış; Osmanlı donanmasının eski teknolojiye dayalı savaş gemileri, hemen her çatışmada bu sefer Yunanistan’ın yeni Averoff kruvazöründen fena halde dayak yemiş. Bu yüzden İttihatçılar, bizim de drednotlarımız olsun diye Osmanlı Donanma Cemiyeti’ni kurmuş; geniş bir bağış kampanyası açmış (gerçekten de insanların, evlilik ve nişan yüzüklerini dahi verdikleri bir dönem); Donanma Piyangosu’nu ihdas etmiş. Ömer Seyfettin de İttihat ve Terakki genel merkezine ve özellikle Enver Paşa’ya yakın. Oturup güncel bir propaganda hikâyesi yazıyor. Evli bir çift vardır, Sadi Bey ve Cevriye Hanım. Bir hesap adamı olan Sadi Beyi, eşinin dayısının çocuklarının sünneti için ne alacakları düşündürmektedir. Birden, buldum diye bağırır. Donanma Piyangosu’na bilet alıp hediye edeceklerdir. Pahalı değildir ama kimse burun kıvıramaz, zira manevî değeri büyüktür; bir vatanseverlik nişanesidir.
“Hayır” fikri etrafında belirli bir solcu çevrenin geliştirdiğini öğrendiğim son söylem veya sohbet, işte Sadi Beyin bu parlak ve orijinal “buldum!”unu aklıma getirdi.
Nasıl çalındı kulağıma? Bir arkadaşım mesaj attı geçen gün. “Halil, selamlar, referandumda evet diyeceğini herhangi bir yerde açıkladın mı? Bir tanıdık öyle söyledi… ‘Baksana, Halil Berktay bile evet diyor’ dedi ve ilâve etti: ‘Biz de şimdi ‘seni başkan danışmanı yaptırmayacağız’ diyoruz.’”
Yemin ederim, önce anlamadım; gerçekten idrak edemedim. Kimi başkan yardımcısı yaptırmayacaklarmış, dedim, beni mi? Evet evet, diye ısrar etti arkadaşım, senden söz ediyorlar. “Evetçi”ymişsin, çünkü seni başkan danışmanlığı bekliyormuş. Hayır çıkarsa olamazmışsın. Bunu konuşuyorlarmış aralarında. Selâhattin Demirtaş’ın Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” demesi gibi, onlar da aralarında “Halil, seni başkan danışmanı yaptırmayacağız” diyormuş.
Teşekkür ettim ve orada kaldı. Sormadım, kim olduklarını. Yoktur böyle dedikodu merakım. Kimin dediği değil, ne dendiği önemli. (Üstelik şimdi, bu yazıya başladıktan üç gün sonra, odatv.com’da da, “Halil Berktay… değişikliğe ‘evet’ diyeceğini açıkladı” diye bir haber yayınlandığını öğrendim. Demek ki bu doğrultuda yayılan, yayılmak istenen bir tevatür var.) Öyleyse şimdi bunu neresinden tutabilirim?
* * *
Bir. Olgularla başlayalım. Hayır, hiçbir yerde böyle net ve ikirciksiz bir “evet” veya “herşeye rağmen evet” telâffuz etmedim. Daha çok, tereddütlerimi ve kararsızlığımı yansıttım. İster bu sitede yazarak, ister Pazar akşamları 24TV’nin gene bu sitenin adını taşıyan Serbestiyet programında konuşarak, bir yandan, başkanlık sistemine geçişi neden prensip olarak tercih edebileceğimi anlattım. Bugünkü güdük, yaralı, yamrı yumru parlamenter sistemimizin nasıl oluştuğu üzerinde durdum.
(a1) Parlamenter sistem, başkanlık sisteminden önce doğdu ve gelişti. Özellikle de Avrupa’da yoğunlaştı. Ama Allahın emri değil. Monarşilere ve hanedan devletlerine karşı uzunca bir süre demokrasi mücadelesinin ana biçimi ve mecrasını oluşturmasının gayet somut, anlaşılabilir tarihsel nedenleri var. Bu nedenler ilkin İngiltere’de bir araya geldi. Kökeni itibariyle Ortaçağdan gelen parlamento diye bir kurum, giderek taze bir içerik kazandı; kapitalizmle birlikte gelişen yeni sosyal sınıfların temsiliyet aracı ve alanı oldu. Derken kabine krala/kraliçeye bağlı olmaktan çıktı; yer değiştirdi ve parlamentoya eklemlendi. Kral/kraliçe de zamanla ya zayıflayıp etkisizleşti ve törenselliğe indirgendi. Ya da yerini benzer şekilde yetkisiz ve törensel bir cumhurbaşkanına bıraktı. Başlangıçtaki İngiliz (Westminster) modeli her iki kanaldan hızla yayıldı ve benimsendi. Ülkeler mutlakiyetten kâh meşrutî (anayasal) monarşiye, kâh cumhuriyete geçişin kurumsal formülünü parlamenter sistemde aradı.
(a2) Avrupa dışında ise, imparatorlukların çözülüşü sömürge-sonrası toplumlara farklı miraslar bıraktı. Bazen, İngiltere ve Fransa’dan müdevver parlamenter sistem devam etti. Bazen de çok geniş alanların yönetimi, seyrek demografi ve milletleşememişlik gibi sorunlar başkanlık sistemini öne çıkardı. Böylece demokrasinin aynı derecede geçerli, aynı derecede meşru, biri veya diğerinin daha iyi olduğu öne sürülemiyecek iki varyantı oluştu. İkisinin de artıları ve eksileri, yerine göre değişebilen avantaj ve dezavantajları var. Ekonomik üstünlük kesinlikle bunlardan biri değil. 2-3-5-6-9 Şubat’ta çıkan beş “Ara nağme” yazımda anlattığım gibi, çeşitli ekonomik göstergeler açısından parlamenter sisteme sahip ülkelerin daha iyi durumda çıkması, tarihsel bir tesadüf, ardında başka bir belirleyicinin yattığı bir korrelasyon. Yoksa bir sebep-sonuç ilişkisi değil. Dolayısıyla (Atilla Aytemur benzer korrelasyon örneklerini istediği kadar çoğaltsın ve bu bilgiler gene de anlamlıdır diye ısrar etsin) hiçbir şekilde parlamenter sistem lehine genel bir argüman oluşturmuyor.
(b) Yeryüzündeki konumu ve “mutlakiyetler mücadelesi”nin yörüngesine girişi itibariyle yüzü (19. yüzyıldan çok önce dahi) hep Batıya dönük olan Osmanlı İmparatorluğu’nda da, Tanzimat süreçlerinde anayasa ve parlamento konsepti öne çıktı; monarşiye karşı özgürlük ve demokrasi talebinin odağı haline geldi. Öte yandan, 1908 Jön Türk devrimiyle, Hareket Ordusuyla, Babıâlî Baskınıyla, Millî Mücadeleyle, meclisin yanında ve hattâ üzerinde (halkın seçmediği) güçlü bir yürütme de biçimlendi. Bu yürütme damarının sahibi, gene aynı Tanzimat reformlarının yarattığı yeni asker-bürokrat zümre (bence düpedüz sosyal sınıf) oldu. Öyle ki, 1912-13’ten itibaren İmparatorluğu artık Meclis-i Mebusan’dan da çok bir tür savaş ağalığı (warlordship), yani Enver-Talât-Cemal triumviri yönetti. Cumhuriyet kurulduktan sonra da, Tek Parti diktatörlüğü genel çerçevesinde ve bu rejimin en üst kademesinde, 1923-38 arasında Atatürk’ün ve 1938-50 arasında İnönü’nün cumhurbaşkanlıkları adı konmamış bir tür başkanlık sistemini ifade etti. Bu, çok önemli bir basamaktı. 1950-60 arasındaki ilk çok-partili demokrasi denemesinin 27 Mayıs 1960 darbesiyle kesintiye uğratılmasının ardından, “Çankaya” tekrar askerî-bürokratik zümrenin inhisarına girdi ve seçilmişlerin iktidarına karşı oluşturulan ordu – yargı – bürokrasi sacayağının kilit taşı haline geldi. Peşpeşe bir dizi cumhurbaşkanı askerlikten geldi; o mevkiye ya darbeyle oturdu (Cemal Gürsel, Kenan Evren), ya neredeyse otomatiğe alınmış bir prosedürle genelkurmay başkanlığından veya bir başka yüksek rütbeden sıçratıldı (Cevdet Sunay, Fahri Korutürk), ya da aynı formülün daha yumuşak bir varyantıyla yüksek yargıdan geçiş yaptı (Ahmet Necdet Sezer). Hattâ içlerinden bazıları bir sonraki darbeyi hazırladı ve destekledi (Cevdet Sunay); madalyonun diğer yüzünde, sivil-seçilmişlikten gelip vesayet rejiminin safına geçenler de oldu (Süleyman Demirel).
(c) Paralel bir süreçle, hukuk da seçimlerin, Meclisin ve halk iradesinin etrafına dikenli teller ördü. Anayasa Mahkemesi kâh parti kapattı, kâh alanını “yerindelik denetimi”ne doğru genişleterek yasama sürecine müdahale etti. 2007’de, Sabih Kanadoğlu icat ettiği “TBMM’nin cumhurbaşkanını seçmek için illâ nitelikli çoğunlukla [367 ile] toplanması” fiksiyonuna dahi omuz verdi. Bir sonraki aşamada, yüksek yargının ne büyük ölçüde Gülencilerin eline geçmiş olduğu gözler önüne serildi.
(d) Dolayısıyla, evet, benim için cumhurbaşkanlığının askerî-bürokratik vesayetten alınıp halk iradesine verilmesi de, keza hukukun ve yargının aynı vesayetten kurtarılıp başka değerlere dayandırılması da önemli gerekçelerdir. (e) Bunlara, gerek rutin yürütmenin iyileşmesi, gerek günümüzün artan güvenlik sorunları ve dolayısıyla kriz yürütmesinin güçlendirilmesi ihtiyaçlarını da ekleyebilirim. Parlamenter sistemde, koalisyon olmasa bile yürütmenin hantallığı ciddî bir sorun. Bakanlıklar politik mevkiler, patronaj odakları; dolayısıyla başbakan, partisinin Meclisteki çoğunluğuna dayanarak güvenoyu alacaksa, bakanlarını belirlerken liyakat kadar ve belki daha bile fazla parti-içi dengeleri gözetmek zorunda. Daimî bürokrasi ise zaten aşırı-politize; kendinin seçilmişlere karşı memleketin asıl sahipleri arasında sayıyor. Bu koşullarda, her bakanlığın yarı-özerk bir fiyefe, bir çeşit derebeyliğe dönüşmesi çok kolay. Kaldı ki bir de, önümüzdeki on veya on beş yıl boyunca Türkiye’nin yakasını bırakmayabilecek olağanüstü durumlar var. 18. yüzyılda Polonya gibi, bugün de Türkiye “Tanrının oyun sahası”na döndü, dönecek. Hele bu koşullarda, herşey kesinlikle özgürlük ve demokrasiden ibaret değil; aşikâr ki güvenlik de çok ciddî bir sorun. Onun için, dedim, “Sanırım parlamenter sistemden daha derli toplu, dağılmaya ve dağıtmaya daha az yatkın bir yönetim tarzına, başkanlık sistemine geçişi haklı ve yerinde buluyorum” (19 Aralık 2016).
* * *
Lâkin iki. Sadece bunları söylemedim ve söylemiyorum, bu konuda. Diğer yandan, prensip olarak başkanlık sisteminden yana olmak ile pratikte mevcut tasarıyı onaylamayı hiçbir zaman özdeşleştirmedim. En son, 19 Şubat gecesi 24TV’de, nerelerden geçip bugüne geldiğimizi özetleyen kısa bir klibi seyrettim. Nihat Genç’in öfkeli konuşmalarını; Erdoğan Teziç ve Sabih Kanadoğlu’ların idraki zorlayan bir fütursuzlukla demokrasiye meydan okuyuşunu; Deniz Baykal’ın, bir değil, iki değil, defalarca “367”nin ve Anayasa Mahkemesi’nin arkasına saklanıp “bu iş bitmiştir” havalarına girmesini hayretle izledim ve hatırladım (bir tek Baykal adına biraz üzüldüğümü ve utandığımı söyleyebilirim). Ortalarda bir yerde, Türkân Saylan’ın “Biz asılız, bu ülkede bizim istemediğimiz hiçbir şey olamaz” sözleri karşısında ise donup kaldım. Bilmiyordum; hiç duymamıştım. Ölünün ardından konuşulmaz derler. Konuşacağım. “Çağdaşlık” örtüsünün altından, boyutlarını tam algılamamış olduğum bir kibir, küstahlık ve despotizm çıktı. Rahmetliye karşıydım ama kişiliğine saygı da duyardım. Hepsi bir anda uçup gitti.
Buna rağmen, o klibi gördükten sonra bile, (mealen) “korkunç ama gene de otomatik bir evet gerekçesi değil; ‘evet’in mevcut metinden hareketle ayrıca savunulması, argümante edilmesi gerekir” diyecek kadar şuurumu ve soğukkanlılığımı koruyabildim. Odatv.com’daki haberin son cümlesinde “Berktay bazı maddelere ilişkin eleştirileri olmasına karşın Anayasa değişikliklerine ‘evet’ oyu vereceğini bildirdi” diyor. Doğru değil. O programda da, önceki Serbestiyet programlarında da, bu veya buna benzer bir ifadeyi hiç kullanmadım. Tersine, söz konusu tasarıda ve onu çevreleyen bütünsel süreçte gördüğüm sakatlıkları “buna rağmen” diye bir kayıt düşmeksizin dile getirdim. Kamuoyunda yazılıp çizilenleri de izledim bu arada. (i) Cumhurbaşkanının (yüksek yargı dahil) tâyin yetkilerinin aşırı geniş ve mutlak tutulduğu, ikincil de olsa hiçbir denetime tâbi kılınmadığı konusunda söylenenlere, tekrar düşündüğümde hak verdim. (ii) Meclisin bütçe üzerindeki yetki ve denetiminin, yeni bütçe reddedilse dahi bir önceki yılın bütçesinin (değerleme katsayısı uygulanıp) geçerli sayılması yoluyla yok mesabesine indirilmesini çok yanlış bulduğumu belirttim. (iii) En çok da, Meclis ve Başkanlık seçimlerinin aynı anda yapılacak olması üzerinde durdum. Cumhurbaşkanının (daha doğrusu, cumhurbaşkanı adayının) aynı zamanda partisinin (gayet güçlü) genel başkanı olmasının, milletvekili listeleriniş büyük ölçüde kendisinin belirlemesine yol açacağını; bunun da, partisinin Meclisteki çoğunluğunu seçimden galip çıkan Başkanın şekillendirmiş olması nedeniyle, yasama ve yürütme erklerinin şimdikinden de daha fazla içiçe geçmesine yol açacağını kaydettim.
(iv) Hemen bu noktada ekleyeyim ki, anayasa değişikliği kabul edildikten sonra Siyasi Partiler Kanunu’nun da, Seçim Kanunu’nun da değiştirilip demokratikleştirilmmesi yoluyla bu mahzurların giderileceği yolunda ileri sürülenleri — (Prof. Burhan Kuzu ile birlikte çıktıkları programda) Oral Çalışlar’ın işaret ettiği, arkasından Alper Görmüş’ün yazdığı gibi — ben de yeterli bulmuyorum. Bu açıklamaların en yetkili ve merkezî ağızlardan yapılması, bu sözün meselâ bizzat Başbakan Binali Yıldırım tarafından verilmesi halinde, içim rahatlayabilir ve ikna olabilirim. (v) Yukarıdakilere ilâveten, bir şey daha yaptım: “Evetçi” safların tamamında değilse de bir bölümünde, “Pelikancılar” veya “en öz hakikî reisçiler” diye tarif edilebilecek bir kesiminde gözlenen “kişi kültü”ne de, ona eşlik eden saldırganlığa da özellikle karşı çıktım; anayasa değişikliği ile bu söylemin içiçe geçmesine son derece muhalif olduğumu defalarca belirttim ve belirtiyorum. Hepsinin yazılı kanıtı mevcuttur. Sadece şu iki makalem yeter: Belirsizlik (31 Aralık 2016) ve Ara nağme (intermezzo): Başkanlık tartışmasının neresindeyim (2 Şubat 2017). Duruşumu, ikinci yazının sonunda, Güney Afrika’da verdiğim tebliğe de atıfta bulunarak kendi sözcüklerimle tarif ettim:
“Aklımın ve ruhumun her zerresiyle, bu tür kişi kültleri veya kişiye tapma kültlerine karşıyım. Benim için hepsi demokrasiye ve demokrasinin olmazsa olmaz siyasal kültürüne ters. Onun için, aynen Pretoria’daki konuşmamda belirttiğim gibi, bağımsız bir aydın olarak ‘başkanlık, evet, olabilir; hattâ belki, şimdiki aşırı güçlü başkanlık sistemi önerisiyle dahi yaşayabilirim; ama bir kişi kültüyle ya da ikisiyle birden, yani hem aşırı güçlü bir başkanlık sistemi ve hem de her türlü eleştiriyi terörize edip susturan hegemonik bir kişi kültü olacak; işte bununla asla yaşayamam’ (yes to a presidential system, and I could even live with the present draft, but absolutely no to an accompanying doctrine of presidential infallibility or to a personality cult) noktasında duruyorum. Bu da herhalde şimdilik ‘kararsızlar’ arasında yer alıyor olmam demek.”
O zamandan, yani 2 Şubat’tan bu yana da, bu temel pozisyonuma ters düşecek başka herhangi bir şey söylemiş veya yazmış değilim.
* * *
Dolayısıyla üç. Baştaki iddia, yani güya “evet” diyeceğimi açıkladığım, kimilerinin sübjektif yorumundan ibaret. Neyi duymak istediklerine bağlı. Kritik olan, bu tür arzu ve isteklerin yönü. Yerine göre, birinin kendileriyle aynı safta yer alması da olabilir, aynı safta almaması da olabilir. Dolayısıyla (eğer kendileri esas itibariyle “hayır”dan yanaysa), söylenenleri “bak hayır diyor” diye bir olumluluk ve katılım hissiyle de algılayabilirler).
Fakat bu, hele “hayır” cephesinde, günümüzde çok nadir. Tersine, çoğalmaktan (veya çok görünmekten) değil azalmaktan (veya az görünmekten) hoşlanıyorlarsa (ki bence muhalefette ve eski solun kalıntıları arasında esas olarak bu haleti ruhiye hâkim), zaten solculuktan koptuğu için sevmedikleri kişinin spesifik bir konuda tekrar kendi durdukları yere yaklaşır gibi olmasını hiç istemiyebilirler de. Aman sakın hayır demesin, silme evetçi olsun ki daha net bir nefret objesi oluştursun; üzerinde daha fazla tepinebilelim! Buyurun, size, Pelikancıların ya da “en öz hakikî reisçi”lerin geçen yazımda sözünü ettiğim ak-kara ayrıştırmacılığının simetriği, aynadaki aksi. Ünlü bilim insanı Stephen Jay Gould, boşuna şikâyet etmezdi, insan zihninin “ikileştirme” veya “çatallama” (dichotomize etme) eğiliminden. Marksizmde “metafizik zıtlıklara kapılmak” derdik. Ya o ya bu; ikisinin ortası olamaz, olmamalı. İster X, ister Y, ister Halil Berktay. Ya tam yandaş olsun, ya da bizim gibi tam devirmeci. Hiçbir griliği, kendine özgü düşüncesi, kurtarıcı meziyeti kalmasın. Öyle yer yer eleştirmesin de Erdoğan’ı ve/ya AK Parti’yi. Örneğin 1128’ler bildirisin suç olmadığını da savunmasın, KHK 686’ya da karşı çıkmasın, bir kısım hükümet medyasının (faraza Hrant Dink cinayetinden Etyen Mahcupyan’ı sorumlu tutan) tezviratına da cephe almasın, Trump ve/ya Putin hayranlıklarını da çürütmesin. Buralardan herhangi bir belirsizlik veya kısmî bir prestij yaratmasın kendine. O zaman onu daha kolay kompartımanlaştırır, küçük bir “güvercin deliği”ne tıkar ve hakkından geliriz.
* * *
Dördüncüsü, en önemsizi. Demek (a) benim başkan danışmanı olmak gibi bir arzum ve özlemim varmış. Üstelik (b) herhalde reel bir olasılıkmış bu, çünkü (c) birileri beni pekâlâ başkan danışmanı olarak isteyebilir, böyle bir teklife hazırlanıyor olabilirmiş. Ama (d) kendileri bunu yaptırmayacakmış. Çünkü referandumdan “hayır” çıkması benim bu ihtirasımın da sonunu getirecekmiş.
Selâhattin Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelik “seni başkan yaptırmayacağız” meydan okumasının, olanca yanlışlığı (ve başarısızlığı) içinde, hiç olmazsa epik bir boyutu vardı. Oradan gelmişler, “Halil’i başkan danışmanı yaptırmayacağız”a. Zavallı akıl fıkaraları. Politikayı bu kadar küçük boyutlara, bu kadar kişisel bir gıcıklık ve tâciz denemelerine indirgedikleri; kendi aralarında böyle esprilere gülebildikleri için.
Bana gelince… Böyle bir şey asla olmayacak, çünkü bağımsız düşünce ve sesime herhangi bir örgüt, kurum veya ideo-politik çatı kısıtlaması getirilmesini, hele şu kalan ömrümde, bir daha asla kabul etmem, etmeyeceğim. Ruhumda Nikos Kazancakis’le birim. Nasıl ben çeşitli “kilise”lerden “aforoz” edildiysem ve daha da edileceksem, Kazancakis’i de anlı şanlı Ortodoks Kilisesi aforoz etmişti; dolayısıyla normal bir Ortodoks Hıristiyan mezarlığına gömülememişti öldüğünde. Eski Taraf’ta, Giritliliğimle ilgili yazılar yazmıştım zaman zaman. Örneğin 21 Mart 2012: (Girit’te dört gün). 22 Mart 2012: (Çeşme, değirmen, yaşlı çınar ağacı). 24 Mart 2012: (Dönüş: Greko’ya Rapor). Beş yıl olmuş. Sonuncusunda anlatmışım, Kazancakis’in “Kandiye surlarının en güneyi ve en yüksek noktasında, Hanya Kapısı (Chania Porta) yakınındaki Martinego Tabyası’na konan kabrini. İnce ağaçtan, düz ve süssüz bir haç. Kaba, hiç yontulmamış gibi duran taşlardan bir mezar. Üzerinde kendi sözleri : I fear nothing. I hope for nothing. I am free…”
Yunancası: Δεν ελπίζω τίποτα. Δε φοβούμαι τίποτα. Είμαι λέφτερος. Türkçesi: Hiçbir şeyden korkmuyorum. Hiçbir şey ummuyorum. Özgürüm.