Önce Türkiye’nin Suriye’deki askeri operasyonuna yeşil ışık yaktı, manşetlerden alkışlandı. Akşama doğru "Eğer Türkiye benim müstesna ve eşsiz bilgeliğimle belirlediğim sınırların dışına çıkarsa -daha önce yaptığım gibi- Türkiye ekonomisini mahvederim” diye delice bir tweetle tehdit etti. Ardından “Kürtler, Türkiye’nin doğal düşmanı, yüzyıllardır savaşıyorlar” dedi, tekrar tepeleri attırdı. Sonra özetle ‘Türkiye müttefikimiz, ticaret ortağımız, F-35 meselesini de halledeceğiz’ diyerek toparladı, piyasaları rahatlattı.
Amerikalıların son üç yıldır neler çektiğini, biz de son üç günde tecrübe ettik.
Tabii ki Trump’tan bahsediyoruz.
Trump bizi seviyor mu belli değil ama Ankara’nın onu sevdiği çok belli. Sevilmese bir ABD başkanından hatta bir yabancı ülke liderinden bugüne kadar duyulmamış bu kadar ağır sözler, tehditler sineye çekilir miydi? Ama Trump olunca o kadar mesele edilmiyor.
Ciddiye alınmadığı için değil, tam tersine fazlasıyla ciddiye alındığı için. Çünkü Türkiye uzun süredir ABD’yle işlerini Trump’la görüyor.
Trump’ı ABD saatiyle Pazar gecesi, etrafında aklını çelecek kimsecikler yokken telefonla arayıp ikna etmek de zekice bir diplomatik hamleydi.
Ama sabah olup, ABD’de daha aklı başında karar vericiler uyanınca işler değişiverdi.
Trump, görüldüğü gibi pek normal bir adam değil. Her sabah kalkıyor, yüzünü yıkamadan tweetler atmaya başlıyor, kırmadığı pot, devirmediği çam kalmadı. Artık Amerika da dünya da buna alıştı.
Ama bu sefer baltayı biraz taşa vurmuş gibi görünüyor.
Çünkü bu ara Trump’ın başındaki esas bela Suriye meselesi değil, hakkında başlatılan “impeachment” yani azil süreci.
Süreci başlatan Trump’ın Ukrayna Devlet Başkanı’ndan 2020’deki muhtemel rakibi Joe Biden’in Ukrayna’da iş yapan oğluyla ilgili soruşturma açmasını istemesi olmuştu. Sonra aynısını Çin’den de istediği ortaya çıktı. Ukrayna meselesinin bilgi kaynağı ismi açıklanmayan bir CIA görevlisi. Yani iddialar ciddi.
Demokratlar, bu fırsattan yararlanıp Trump için azil sürecinin düğmesine bastılar. Ama son kararı Senato verecek ve orada da Cumhuriyetçiler 53’e 44 çoğunlukta.
Cumhuriyetçilerin 2020’de tekrar seçilme şansı olan Trump’ı böyle bir soruşturma için harcama niyeti yok.
O yüzden Cumhuriyetçi senatörler, partinin içinden gelmese de bugüne kadar Trump’ın her saçmalığının arkasında durdular.
Son gece yarısı Suriye kararına kadar…
Pazar gecesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra, kimseyle danışmadan Suriye’nin kuzeyinden Amerikan askerlerini çekip, Türkiye’ye ABD’nin IŞİD’le savaşta müttefiki YPG’ye karşı operasyon için yeşil ışık yakması, sadece Demokratları değil, Cumhuriyetçileri de ayağa kaldırmış gözüküyor.
Bu, ABD’nin kendisi için fedakarlık yapmış bir müttefikine ihaneti olarak görülüyor, sadece siyasi değil, ahlaki bir sorun olarak da yerden yere vuruluyor.
Trump’ın canını en çok sıkan eleştiri ise bugüne kadar aleyhine hiç bir açıklama yapmamış, Senato’nun cumhuriyetçi çoğunluk lideri Mitch McConnell’dan geldi. Yazılı bir açıklama yaptı, ilk kez Trump’ın bir kararını açıkça eleştirdi ve onu kararını geri almaya çağırdı.
Sadece McConnell değil, Cumhuriyetçilerin dış politika alanındaki en tecrübeli ismi, Senato’nun yargılamalara bakan komisyonunun başkanı, sadık müttefiki Lindsey Graham, Cumhuriyetçiler arasında başkanlık yarışındaki rakipleri Mitt Romney, Marco Rubio, Ukrayna lideriyle telefondaki konuşmasını bile “şaka yapmış” diye savunan sadık Cumhuriyetçi senatörler, Trump’ı Amerika’nın müttefiki Kürtlere ihanet etmekle, sırt çevirmekle suçluyorlar. Hatta Trump’ın BM’ye büyükelçi olarak atadığı, sonra istifa eden ama aleyhine konuşmamış olan Nikki Haley bile “Türkiye bizim dostumuz değildir” diye bir hashtagle kararı eleştiren bir tweet attı.
Yani Trump, Türkiye’ye jest yaparken, azil sürecinde Washington’daki en yakın stratejik müttefiklerini karşısına almış oldu.
O yüzden denge yapmak için biraz da Türkiye’yi eleştireyim diyerek kantarın topuzunu kaçırdı.
Aslında Trump bu kararıyla Amerikan halkını, Amerikan karar vericileri kadar kızdırmamış olabilir.
Çünkü, epey kaba ve aptalca ifade ettiği “Ortadoğu’da bitmeyen savaşlarda ne işimiz var” politikası, bizdeki “Ortadoğu’da savaşlar çıkarıp, savaşan taraflara silah satan emperyalist Amerika” klişesine ters düşse de, Amerika’da çok eski ve popüler bir siyasi pozisyona denk düşüyor.
“Önce Amerika” ya da “izolasyonist” denen, Amerikan sağında ve solunda taraftarları olan bir görüş bu.
Amerika’nın dünyada kendisi ilgilendirmeyen deniz aşırı bölgelerde, dünyanın farklı yerlerinde kurulan üstlerde, NATO gibi para harcanan ittifaklarda işi olmadığını, vergilerin Amerikan halkını ilgilendirmeyen bu maceralarda değil, ülkenin refahı için harcanmasını savunan içe kapanmacı, ulusalcı, dış müdahalelere karşı bir pozisyon bu.
Zaten Trump’ın açıklamasına Cumhuriyetçiler içinden tek destek de partinin bu politikayı savunan liberteryan çizgideki ismi Senatör Rand Paul’dan geldi.
Yani Trump, bu yeni Suriye siyasetini Amerikan elitlerine anlatamasa da Amerikan halkına çok rahat anlatabilir, bundan puan bile kazanabilir.
Peki ya Türkiye? Türkiye kendi pozisyonunu dünyaya bu kadar rahat anlatabilir mi? Ya da anlatabildi mi?
Nasıl oldu da ABD’de neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, Türkiye’nin Suriye’ye askeri operasyonuna karşı birleşiverdiler?
Amerikan ve Avrupa televizyonlarında Türkiye’nin Kürtleri katledeceği, Suriye’yi işgal etmek istediği konusunda neredeyse herkes hemfikir. Bunun dillendirildiği televizyon programlarında tek kişi çıkıp aksini söylemiyor. Hatta Trump bile bunu yaparsa Türkiye’yi cezalandıracağını söyleyerek eleştirilere cevap verme ihtiyacı hissetti.
1999’da Öcalan’ı Türkiye’ye teslim eden Bill Clinton’un ABD’siydi. 20 yıl sonra 2019 yılında ise eski Dışişleri Bakanı eşi Hillary Clinton, Türkiye’yi değil, Öcalan’ın Suriye’deki örgütünü ABD’nin müttefiki olarak gören bir tweet attı.
Peki işler bu hale nasıl geldi?
Sorunun kolay ve popüler cevabı; Çünkü Türkiye’yi sevmiyorlar, büyük bir devlet olmasını istemiyorlar. Zaten dış güçler bölgemizde ikinci İsrail olacak bir Kürt devleti kurdurmaya çalışıyor.
Halbuki son iki yıldır yaşananlar, Barzani referandumuna ABD ve AB’nin karşı çıkması, şimdi de Trump’ın Ortadoğu’daki “bitmeyen savaşlar”dan tamamen çekilme kararı bu çok popüler komplonun altını çoktan boşalttı.
Sorunun daha karmaşık bir cevabı var.
Aslında işler bu hale hiç gelmeyebilirdi. Eğer Suriyeli Kürtlerle de ilişkilerin kurulduğu çözüm süreci başarılı olsaydı, Arap Baharı’nda rüzgarlar tersine dönmeseydi, Rusya ve İran Esad rejiminin imdadına koşmasaydı, bambaşka bir tabloyla karşı karşıya olabilirdik.
Ama tarih böyle akmadı. Hem çözüm sürecinde hem de Arap Baharı’nda işler Türkiye’nin hesapladığı gibi gitmedi. Önce El Kaide son IŞİD ortaya çıktı. Libya’da ABD elçisi öldürüldü, Arap Baharı gözden düştü. Batılı başkentlerde peş peşe katliamlar yapan IŞİD, Suriye meselesinde Batı için birinci mesele haline geldi.
Türkiye için kırılma anı ise 2014’de Kobani oldu. IŞİD’in saldırısından kaçan Kürtlere Türkiye sınır kapıları saatlerce açmayınca, bu arada Türkiye olan biteni izlerken, ABD IŞİD mevzilerini vurunca, Kürtlerle Türkiye arasında bir duygusal kopuş yaşandı. Bu olay Kürtlerle ABD arasında ise yakınlaşmayı artırdı.
Suriye’ye kimyasal saldırıya rağmen asker çıkarmama kararı veren Obama, ABD ve Batılı güçler adına Suriye’de IŞİD’le savaşacak bir kara gücü arayışına girdi. Türkiye, ordusunu haklı olarak böyle bir amaç için kullandırmak istemedi. Bu role YPG talip oldu. Gerçekten de Batılı başkentlerde büyük katliamlar yapmış, kafa kesme seanslarıyla dünyayı şok etmiş IŞİD’i binlerce kayıp vererek bitirdiler. Bu tabii ki YPG’ye ABD ve Batı gözünde büyük bir itibar kazandırdı.
Bu yüzden de Türkiye son beş yılda haklı argümanları olmasına rağmen Suriye’deki YPG’nin terörist olduğuna dünyada kimseyi ikna edemedi.
Sadece Batılı ülkeler değil, Rusya, İran, Suriye bile YPG’yi terörist olarak kabul etmiyor.
Türkiye bu tezinde dünyada yalnız kaldı.
Yine de buradan dönülebilirdi. ABD ile güvenli bölge görüşmeleri sırasında, Öcalan’la başlayan avukat görüşmeleri, onun YPG’ye yaptığı “Türkiye ile iyi geçin” çağrıları, bir diyalog kurulduğunun işaretiydi.
Ama yerel seçimler, ardından gelen kayyım atamalarıyla bu diyalog da boşa çıktı. Güvenli bölge anlaşması da yürümedi.
Yani Türkiye’nin ve ABD’nin bilinçli tercihleri ya da elde olmayan şartların dayattığı politik bir sonuç var karşımızda.
Algıların bu kadar Türkiye aleyhine dönmesinin arkasında, bir terör örgütünün yaptığı kadar kamu diplomasisini becerememek kadar, Türkiye’nin demokrasi karnesinin zayıflamasıyla haklı olduğu meselelerde bile ikna ediciliğinin azalması var.
Bugün Suriye’ye yönelik askeri müdahaleyi eleştirmenin bile tehlikeli olduğu bir Türkiye’nin dünyaya kendini anlatması kolay değil.
Özellikle de hükümetlerin savaş kararlarının yerden yere vurulduğu, sokaklarda protesto edildiği Batı dünyasına.
Halbuki ordu kimsenin şahsi ordusu değil, harcanan kaynaklar herkesin vergileriyle toplanan kaynaklar, o yüzden herkesin bu politik tercihler üzerinde konuşmaya, askeri operasyonu, savaşı desteklemeye veya karşı çıkmaya hakkı var.
Askeri operasyonları ülke içindeki tartışmaları bitirmek için kullanmak, her eleştiriyi düşmanla işbirliğiyle eşitlemek, askerin moralini bozmak gibi hamasi sözleri dolaşıma sokmak kötü ve geçmişte bedeli ağır olmuş taktikler.
Üstelik devletin askeri kararlarını tartıştırmamanın bedelini Birinci Dünya Savaşı, Sarıkamış, Kore’de ödemiş bir toplumsal hafızaya da hiç uygun düşmüyor.
Aynı bedel az kalsın 1 Mart tezkeresinde de ödenecekti. O tezkere öncesindeki çok seslilik, eleştiriler, sokak eylemleri büyük bir yanlışı engellemişti.
Bugün ABD’de ve dünyada bu kadar geniş bir koalisyonun karşı çıktığı, sadece Trump ikna edilerek girilen bir askeri operasyonun ülkeye faydaları ve zararları üzerine özgür bir tartışma yapılabilmeli. Ortada operasyon için haklı sebepler olsa da dış politikadaki kararlar tartışmaya kapalı, herkesi hemfikir olması gereken milli kararlar değildir, politik tercihlerdir. Sonuçları da hepimizi etkiler.
Günün sonunda dış politikada geldiğimiz yer çiçek falıyla Trump’ın bizi sevip sevmediğini anlamaya çalışmak olmamalıydı.
Türkiye, Trump veya Putin’le anlaşmak zorunda kalmak dışında da seçenekleri olması gereken büyük bir ülke…