Japonların, “Yeni yıla ilişkin beklentilerinizi anlatmaya başladığınız anda, şeytan da kahkaha atmaya başlar” diye bir sözleri vardır. Ama ben iyimserler grubundanım. Yeni yıla umutla girmek istiyorum.
Örnek vermek gerekirse… Davutoğlu-Kılıçdaroğlu buluşmasını, “yeni bir başlangıç” olarak değerlendirmekten yanayım. İki lider, yeni bir anayasa yapmak konusunda, birlikte hareket etmeye karar verdiler. 12 Eylül darbe anayasasına son vermek konusunda mutabakat var.
Umuyor ve bekliyorum: Belki, iki parti liderine, diğer iki partinin (MHP ve HDP) liderleri de katılır; ve ilk kez toplumsal mutabakatla "milletin anayasası" ortaya çıkarılabilir.
Şimdiye kadarki anayasalar, genellikle olağanüstü şartlarda oluştular. 1876, 1921, 1924, 1960 ve 1982 anayasalarının tamamı, devlet merkezli bir anlayışla kaleme alındı. Bununla birlikte; “1921 Anayasası”, farklı bir ortamın ürünü olduğu için, içeriği itibarıyla halkçı vurguları güçlüdür. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini, özerk bölgeler kurulmasını, önüne hedef olarak koyar.
1921 Anayasası, “Türklerle Kürtlerin birlikte bir cumhuriyet kurmaları”nı ve “eşit haklarla bu cumhuriyete ortak olmaları”nı savunur.
Devletçiliğin simgesi: 1961 Anayasası
Bizim ise, şimdi çözmeye ve aşmaya çalıştığımız anayasal yapılanmanın kökü; asıl olarak, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ürünü olarak hazırlanan 1961 anayasasına dayanıyor.
1960 sonrası, o dönemin muhalefetinin dayandığı yasal mevzuat, işte bu anayasadır. “Bu anayasanın temel mantığı nedir” diye baktığımızda, şöyle bir “ana fikir” saptamak mümkün: 1960 Anayasası’nın temel kaygısını, “halkın seçeceği temsilcilere güvensizlik” oluşturur.
1950-1960 arasında sürekli seçim kaybetmiş CHP'nin ve onun etrafında oluşan bürokratik yapının temsilcileri; askerlerin gözetiminde, 1961 Anayasası’nı hazırladılar. “Değişmez maddeler” koydular. Bunlar arasında en dikkat çekici olan, “egemenliğin kullanılma biçimi”ydi.
Egemenlik milletten alınıyor
1924 Anayasası’nda, egemenlik konusunda şu hüküm yer almıştı: "Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin yegâne ve hakikî mümessili olup , millet namına hakkı hâkimiyeti istimal eder."
Yani, “1924 Anayasası”, Meclis’i, “tek egemenlik organı” olarak görüyordu.
Bu ifade, 1961 Anayasası’nda şöyle bir değişikliğe uğradı: "Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır."
Meclis, egemenlik alanı olmaktan çıkarılmış; (adından bile söz edilmemiş ve bunun yerine "yetkili organlar" adı verilmiş) Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Askeri Mahkemeler, Danıştay; bu egemenliğe ortak olmuştur artık. Bu bağlamda, “vesayet rejimi”nin anayasal temellerinin oluştuğunu da söyleyebiliriz.
1961 Anayasası’yla, “değiştirilemez madde”lerden üçüncü maddeye, şöyle bir hüküm de gelmiştir: "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür."
1960 askeri darbesi, çıkardığı anayasa ile, “mesele”yi çözmüştü.
Devlet, millete üstün gelmişti.
Devletin artık bir ülkesi ve bir de milleti vardı. Devlet, ülkesini “yetkili organlar” aracılığıyla yönetecekti.
Egemenlik milletin olmalı
“Yaşanan durum”dan, “arzulanan durum”a gelirsek: Millet, kendi ülkesinde, kendi devletini yönetmeli. "Milletin ülkesi" ve "milletin devleti"nin anayasası yapılmalı. Değiştirilemez maddeler olacaksa, bunlar da milletin çıkarlarını ve iradesini, insanın mutluluğunu esas almalı. “Bölünmez bütünlük” tanımlanacaksa; bu da, öncelikle, millet ve insan üzerinden tanımlanmalı.