Ana SayfaYazarlarSığınmacıyı caninin önüne atmak

Sığınmacıyı caninin önüne atmak

 

Önce Hürriyet’in haberini okuyalım:

“Şanlıurfa'da kız arkadaşına saldıran Mehmet K., kendisine engel olmaya çalışan polisi darp etti. Çevredekiler arasında ise şahsın Suriyeli olduğu dedikodusu yayıldı, 150 kişilik bir grup kent merkezindeki Suriyelilere ait işyerlerine zarar verdi. Yaşanan olaylar üzerine öfkeli kalabalık grubu gören bazı Suriyeli işletmeciler işyerlerinin kepenklerini kapatıp evlerine çekildi.”

 

Haber böyle.

Tahribatın birkaç saniyelik videosunu da içeren linki de şurada: http://www.hurriyet.com.tr/sanliurfada-tehlikeli-gerginlik-40407772

Başka yerlerde başka saldırı hadiseleri de yaşandı. Adana’da iki Suriyeli sığınmacı saldırı sonucu hayatını kaybetti.

 

Önlem alınmazsa devamı gelir

 

Sığınmacıyı iç politikanın aracı haline getiren siyasi ahlaksızlık devam ettiği ve devlet etkin bir koruma ve caydırıcı bir yaptırım uygulamadığı takdirde bu saldırıların devamının geleceğinden kuşku yok.

 

Caydırıcı yaptırımla başlayalım:

Hiçbir medeni toplumda biri “ben galeyana geldim” diye birileri birilerinin evlerine işyerlerine dükkanlarına saldıramaz, çoluğu çocuğu korkudan travma geçirtip ömür boyunca onda kalıcı hasar bırakacak şekilde korkutamaz.

 

Kendini bilmezin teki birine laf attı diye, onun etnik, dini, mezhebi kimliğinden olan insanların işyerlerine saldıramaz. Saldırırsa hukuk ona bedelini ödetir, ayrıca verdiği maddi zararın karşılığını kuruşu kuruşuna kendisinden alıp mağdura verir.

 

Hiçbir medeni toplum, sığınmacının acizliğinden istifade etmeye kalkışacak zalimlere meydan vermez.

 

Her toplumda başkasının canına, malına, ırzına göz diken insanlar olur. Onlar, toplumun bir kesimine, genellikle de sığınmacılara, göçmenlere, azınlıklara, yani kırılgan gruplardan insanlara karşı hak ihlallerinde bulunmaya bir şekilde göz yumulacağını anladıkları an harekete geçerler. Bazen münferit bir olayı büyüterek, bazen de uyduruk bir habere inanmış gibi yaparak, çoluk çocuk dahil o olayla hiç ilgisi olmayan masum insanlara saldırırlar. Şiddet güdülerini tatmin edecek, başka zaman yapamayacakları kötülükleri yapabilmelerini sağlayacak fırsatları değerlendirirler.

 

Bu kötülüğe zemin hazırlamamak bakımından medyanın hayati bir önemi var. Ama gelin görün ki, çoğu kez o da önyargıyı giderecek yerde, onu pekiştirecek türden yayınlar yapabiliyor.

 

Gerek iktidarı destekleyen ve gerekse de muhalif medyada göze çarpan sorun, Suriyeli sığınmacılara yönelik saldırı olaylarını haberleştirmede kullanılan dilde somutlaşıyor.

 

Olayın ardından çevrilen mikrofonlar, kimi zaman saldırgan grubun olayla ilgili mazeretlerine geniş yer verilebiliyor. Mazeretin olayın sebebi gibi sunulması da dolaylı yoldan saldırganlığı meşrulaştırmak gibi bir sorunu beraberinde getiriyor.

 

Kötülüğü teşhis ve tedavi

 

Kadına şiddet uygulayan kişinin Suriyeli olduğu söylentisine birilerinin inanmasının veya inanmış gibi yaparak sığınmacılara saldırmasının, bunu fırsat bilmesinin bir arkaplanı var.

 

Sığınmacılara karşı işlenecek suçlara mazeret üreten, toplumu onlara karşı kışkırtan zehirli bir dil sorunumuz var.

 

Sebep ırkçılık mı? Ayrımcılık mı? İslam düşmanlığı mı? Arap düşmanlığı mı? Mezhepçilik mi? Siyasi kavgada avantaj beklentisiyle sığınmacıları araçsallaştırmak mı? Yoksa hepsi mi?

 

Bu kötülüğün kaynaklarını teşhis önemli elbette.

 

Ama o kaynaklar ne olursa olsun, yukarıdaki haber, bu kötülükle mücadele etmekte daha fazla gecikmemek zorunda olduğumuzu söylüyor.

 

Sığınmacıyı siyasetin malzemesi yapmak

 

Öteden beri bu insanların durumu, Türkiye’deki iktidar mücadelesinde de insafsızca kullanılıyor.

 

Evlerinden yurtlarından kopup dünyanın dört bir yanına savrulmuş acılı insanlar, bazen ayrımcılık ve ırkçılıktan, bazen de “onları ülkeye alan” hükümete vurarak oy kaybettirme fırsatçılığından dolayı, acımasızca hedef haline getiriliyor.

 

Bu kötülükte sınır da tanınmıyor. İnsanların en ilkel içgüdülerine, bilinçaltına ve cinsel duygularına bile seslenebiliyorlar; sığınmacıları hedef gösterip, onlara yönelik saldırılara bahane üretecek bilgi kirliliğini yayma pahasına.

 

Tıpkı Avrupa’daki ırkçıların Türklere karşı önyargılarını cinsellik ve şehvet imgeleriyle örülü oryantalist “Doğu” imajı üzerinden yansıtmalarında olduğu gibi.

 

Cinsel içgüdüden nefret üretmek

 

Son olarak Sinan Ogan yaptı bunu. Avrupalı ırkçıların Türkleri tacizci, tecavüzcü göstermek için kullandığı klişeyi o da döndürüp sığınmacılar için kullandı.

 

Ergen erkek öfkesine seslenerek Sahillerde gidip Türk kadınlarını dikizleyen o elli kollu, bilekli Suriyeli delikanlılar”dan bahsetti, “Suriyeliler sokakta kadınlara laf atıyor…” dedi.

 

Irkçı nefreti körüklemek için dişisine göz dikilmiş erkek içgüdüsüne seslenmek kötülüktür. Tıpkı Aylan Bebeğin sahile vuran minicik bedeninden hareketle “büyüseydi tacizci olacaktı” şeklinde bir karikatür çizen Charlie Hebdo’cularınki gibi kötülük.

 

Ama böyledir bu.

 

Kimi sığınmacıya baktığında sadece bir çocuk veya bir insan görür, ona kol kanat germeye çalışır; kimi kötü görür, kötü göstermeye çalışır. Onlar hakkında yaydığı enfeksiyonun kendisini ve toplumunu hastalandırmasına aldırmaz; yaydığı kötülüğün yarın masum bir insana yönelik bir cinayete bahane olarak kullanılacak nefrete dönüşme potansiyelini dikkate almaz.

 

Evde kendisinden ekmek bekleyen çocuğuna gitmekte olan bir sığınmacının, biri birine küfretti diye başlayan bir linç dalgasında öldürülmesinde payı olabileceğinden korkmaz. Rahatlıkla üretir ve yaygınlaştırır nefreti.

 

İnsani bir durumu kriminalize etmek

 

Suriyeli erkeklerin kadınları “dikizlediğini” söylediği konuşmasında Sinan Ogan “Afganlı” ile “terörist”i, “mülteci” ile “adi suçlu”yu aynı kefeye koyuyor; virgül koyarak onları aynı cümlede birlikte zikrediyor. Böylece, sığınmacıları kriminalize eden dilin de en somut ve en çirkin örneklerinden birini veriyor.

 

“Ne kadar Afganlı, ne kadar ISİD’li vesaire var?” diye soruyor aynı konuşmasında, meşru bir kimlik, bir soy, bir tâbiyet olarak “Afganlı” ile “terörist” kimliğini eşleştirerek. Ve “Yarın bunların her birinin bir canlı bomba olma ihtimali yüzde yüzdür. Yarın bunların her birinin bir kapkaççı, bir hırsız, bir tecavüzcü, bir cani olma ihtimali yüzde yüzdür” diyerek de onları geleceğin mutlak suçluları ilan etmekten sıkıntı duymuyor.

 

Ve “Bu kadar mülteciyi, bu kadar hırsızı, bu kadar yolsuzu, bu kadar IŞİD’liyi” diye başlayan bir cümleyle de mülteciyi, hırsız ve teröristle özdeşleştiren dile devam ediyor.

 

Nefret diliyle mücadele etmek

 

Ben “nefret” ile “şiddet” arasında birebir bağlantı kuranlardan değilim. Bir insan başka bir insanın canına kastetmesin diye “nefret söylemi yasaklansın” diyenlerden değilim.

 

Ama toplumun bir kesimine, hangi kesimi olursa olsun bu, nefret yayan bir insan, yarın onlara bir saldırı olduğunda, nasıl rahatsızlık duymaz anlamıyorum.

 

Şu dünyadaki en kırılgan gruplarından birini, sığınmacıları şeytanlaştıran zihniyet, vicdan veya ruh hali nasıl açıklanmalı? Cevap siyasi fırsatçılıkla mı? Yoksa siyaseti de aşan bir motivasyonu mu var bu kötülüğün?

 

Hangi benlik, sığınmacıyı, siyasette üstüne basıp rakibine vuracağı bir araç olarak görür?

 

Çoğalttığı bu nefretle enfekte olmuş bir cani tarafından, masum bir insan, sırf ona atfedilen bir kimlik özelliği (Sığınmacı, Suriyeli, Türk, Arap, Ermeni …) dolayısıyla öldürülecek diye korkmaz?

 

Ama belli ki bazıları buna aldırmıyor.

 

“Çocuklara kıymayın efendiler”

 

Sığınmacıyı sanki suçluymuş gibi gösteren dil, ne yazık ki sadece marjinal birkaç kişiye özgü değil. Üstelik bazı çevreler tarafından utanıp sıkılma belirtisi gösterilmeksizin, fütursuzca dile getirilebiliyor bu ülkede.

 

Ama bu kötülüğe de teslim olmamak zorundayız. Sadece “çıkan arbedede bir Suriyeli hayatını kaybetti” şeklindeki haberlerde bahsedilen “Suriyeli”, evde çocuğu tarafından beklenen bir baba olduğu için değil. Birilerinin hoyratlığı yüzünden bir çocuk bütün hayatını babasız geçireceği için değil. Bu zehirli dile kayıtsız kalmamızdan dolayı bu sonuçta payımız olabileceğinden kaygı duymamız gerektiği için de değil.

 

Bizzat kendimiz için.

 

İnsanca yaşamanın asgari gereklerinin de altına düşmemek için. Yaşadığımız hayata “insan insanın kurdudur”dan daha fazla bir anlam verebilmemiz için. Ailemize, işyerindeki arkadaşlarımıza, çevremizdeki insanlara ve herkesten önce kendimize saygımızı kaybetmemek için.

 

Temel soru şu aslında: Bu acıların çoğalmasında bir payımız olsun istiyor muyuz, istemiyor muyuz?  İstemiyorsak, sığınmacıyı kriminalize eden zihniyet ve dili teşhis etmek ve onu düzeltmeye çalışmak zorundayız.

 

Daha fazla gecikmenin yaşatacağı her acının ilave sorumluluğunu kendi omuzlarımıza yüklememek için.

 

 

- Advertisment -