Başlangıçtan itibaren Kürtlerin (Kürt halkının) silaha ve silahlı Kürtlere (PKK’ya) bakışlarındaki değişimi kronolojik olarak özetlemeyi hedeflediğim yazıların okumakta olduğunuz bu ikincisinde, Öcalan’ın 1999’da yurtdışında yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinden, fakat özellikle de Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasının ciddileşmesinden sonra yaşanan gelişmeleri ele alacağız.
Geçen yazıda da söylediğim gibi 1980’ler ve 1990’lar silahsız Kürtlerin -coşkulu bir destek vermese de- silaha itiraz etmediği yıllar olarak kayda geçti ve bunun sembolik başlangıç tarihi de Diyarbakır Cezaevi’ndeki sınırsız zalimlikti. Geçen yazıda ‘sembolik’ nitelemesini kullanmamıştım, şimdi ilave etmek istiyorum, çünkü o haliyle geçen yazıdan Kürtlerin silaha itiraz etmemesinin yegâne nedeni Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlarmış gibi bir sonuç çıkıyor. Oysa biliyoruz ki 12 Eylül darbesiyle birlikte -başta Kürtçenin sokakta bile konuşulmasının resmen yasaklanması olmak üzere- sadece cezaevlerindekilerin değil, sıradan Kürtlerin de haysiyetlerini ezmek amacıyla geliştirilen uygulamalar bir devlet politikası haline gelmişti. İşte o koşullarda Kürt halkının geniş bir bölümü silahı bir haysiyet kurtarıcı gibi görmeye başlamıştı.
Parantez: Kürtçe yasağının en unutulmaz sahnesi…
11 Şubat 2022 tarihli internet sitelerinde küçük farklarla yer alan bir haber başlığında şöyle deniyordu: “Türkçe bilmediği için cezaevindeki oğluyla sadece ‘Kamber Ateş nasılsın’ diyerek iletişim kurabilen İpek Ateş hayatını kaybetti…”
İpek Ateş’in ölümünden kabaca 30 yıl önce Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan bu hayat-ı hakikiye sahnesini Kamber Ateş şöyle anlatmıştı:
“Sivas İmranlı ilçesinin Dere köyündeniz. Mektup yazdılar ‘Annen çok özledi ziyaretine gelecek’ diye. Biz cezaevi yönetiminin bize dayattığı bazı uygulamaları kabul etmiyorduk. Bu yüzden de bize daha sert davranıyorlardı. Kürtçe konuşmak zaten yasaktı. Bu konuda hazırladıkları afişleri ziyaretçi kabinlerine ve koridorlara asmışlardı. İşte alçak sesle konuşmak, işaretleşmek ve Türkçe’den başka dile konuşmak yasak diye. Annemin geleceğini öğrenince ben biraz telaşlandım. Annemin Türkçe bilmediğini biliyordum. Zaten o güne kadar köyden çıkmamıştı. Eğer Kürtçe konuşursak sorun çıkacağı belliydi. Görevlilerin herhangi bir şey söylemesi veya yapması durumunda ben sessiz kalamazdım. Bir sorun, bir arbede çıkardı. Annemin buna tanık olmasını istemezdim. İkimiz de şiddet görebilirdik. Ben, Dev-Yol davasında yatan Ruşen Sümbüllüoğlu ile aynı hücreyi paylaşıyordum. Konuyu kendisine anlattım. Biraz bu konuda sohbet ettik. Annem, kız kardeşimle geliyordu. Kız kardeşim Türkçe biliyordu. Ruşen’e bunları anlattım. O zaten bir şeyler yazıyordu. Ben bunları anlatınca notlar falan aldı. Herhangi bir durumda sessiz kalmayacağım, böyle olursa da hücreye gelmeyebileceğimi söyledim. Çünkü direkt işkenceye götürebilirlerdi.
“Ondan sonra çıktım ziyarete. Kız kardeşimle konuştum. Hoş beş ettik. Birden annem hareketlendi ve kız kardeşimi kolundan tutup biraz geriye çekerek, kendisi bana yaklaştı ve ‘Kamber Ateş nasılsın?’ dedi. Ben şaşırdım ama çabuk toparladım. ‘İyiyim anne, sen nasılsın?’ diye sordum. Ancak cevap vermedi. Yine biraz kız kardeşimle konuştu. Annem yine aynı şeyi yaptı ve yine bana ‘Kamber Ateş nasılsın?’ diye sordu. Bu durum üç kere tekrarlandı. Her defasında aynı şekilde yanıt verdim. Önce annemin biraz da olsa Türkçe öğrendiğini sandım. Ama böyle tekrarlayınca durumu anladım. Sadece bunu ezberletmişlerdi. Eğer Kürtçe konuşsaydı benimle hem kendisi hem de ben şiddete maruz kalacaktım. Onun için dışarıda bunu ezberlemiş. Aslında ezberlediği sadece ‘nasılsın’ kelimesi, adımı soyadımı zaten biliyor.”
Silahsız Kürtlerin silahlı Kürtlere gösterdiği ilk kart sarıydı: 2004
Silahsız Kürtler, Cumhuriyet’in ilk 60 yılındaki inkâr politikalarının devam ettiği, ilaveten cezaevlerindeki korkunç uygulamaların hatıraları hâlâ canlı olduğu için 1980’ler ve 1990’lar boyunca silaha ve silahlı Kürtlere karşı bir itiraz tavrı geliştirmedi. 1999’da PKK lideri Öcalan’ın yurtdışından Türkiye’ye getirilmesinden sonra PKK tek taraflı olarak ateşkes ilan etti. Ateşkes 2004’e kadar sürecekti.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanıp tek başına iktidar olması, Kürt meselesinin tarihsel köklerini ve sosyolojik veçhesini görmezden gelen, onu salt bir terör vakası olarak tanımlayan statükocu yaklaşımlar için alarm verici bir gelişme oldu. Çünkü bu nevzuhur parti, gerek içinden çıktığı Refah Partisi’nin (RP) gerekse de öbür geleneksel partilerin sindiremeyecekleri birçok politika değişikliği vaat ediyordu; Kürt meselesi de bu vaat alanının içinde yer alıyordu.
AK Parti, Kürt meselesinde önceki iktidarlardan farklı bir çizgi izleyeceğine nişâne niteliğindeki ilk adımını hükümetin kuruluşunu izleyen on ikinci günde attı ve 19 Temmuz 1987’de 13 ilde ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamasına son verdi (30 Kasım 2002).
Ne var ki bu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da yaptığı ve zihinlere “Kürt sorunu benim sorunumdur” cümlesiyle kazınan ünlü konuşmaya kadar atılan ilk ve son ciddi adım oldu.
Bunun bir nedeni, çözüm iradesi her ne kadar önceki hükümetlerden daha güçlü olsa da, AK Parti iktidarının gelenek ve zihniyet bagajlarından kaynaklanan sınırlılıklarıydı.
Bir başka önemli neden ise, AK Parti’nin, hükümeti seçim dışı yöntemlerle devirmeye çalışan asker-sivil geleneksel bürokratik güçlerin eline bu yolla ilave bir koz vermeme yönündeki kaygılarıydı.
Nihayet, o dönemde Abdullah Öcalan’ın, askerlerin siyasetteki güçlü konumu nedeniyle Kürt meselesinin sivil siyasetçilerle değil orduyla müzakere ederek çözülebileceğine dair geliştirdiği fikirler de 2005’teki Diyarbakır konuşmasından sonra neden somut adımların atılamadığını açıklayan faktörler arasında sayılmalı…
Kürt meselesinin yakın tarihinde yer alan ve pek fazla bilinmeyen bu ara dönemi kısaca hatırlamak yerinde olur.
PKK, 1 Haziran 2004’te beş yıldır sürmekte olan tek taraflı ateşkes ilanını bozduğunu açıkladı. Gerekçe, “AK Parti’nin Kürt sorununa kayıtsız kalması” ve “Öcalan’ın İmralı’daki kötü maddi koşulları”ydı.
Böylece açılan yeni dönemin en ilginç gelişmelerinden biri de, Abdullah Öcalan’ın eski deniz subayı Sarp Kuray’ı kendi fikirlerini Türk medyasına anlatmak üzere görevlendirmesiydi. Böyle bir görevlendirmenin gerçek olamayacağına dair beliren kuşkular üzerine Öcalan avukatları aracılığıyla gönderdiği mesajda Sarp Kuray’ın “güvenilir biri” olduğunu söyledi ve görevlendirmeyi teyit etti.
Fakat Sarp Kuray’ın ziyaretler sırasında Öcalan’ı temsilen aktardığı fikirler görevlendirmeden de ilginçti. Kuray, Öcalan’ın avukatı olduğu söylenen biriyle birlikte ziyaret ettiği gazetecilere AK Parti’nin “Amerikancı ve gayrı milli karakteri”ne vurgu yaparak, “Kürt meselesinin çözümü için tarihsel bir fırsatın doğduğunu, devletin de çözüm istediğini, fakat iktidar partisinin çözümü bilerek engellediğini” anlatıyordu. Yani Öcalan o dönemde AK Parti’yi Kürt meselesinin müzakere edileceği bir partner olarak değil de, sorunun önündeki en büyük engel olarak görüyordu.
O ara döneme ait yine pek fazla bilinmeyen bir başka nokta da şuydu: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne en fazla yakınlaştığı 2004-2005’te PKK, Avrupa Birliği (AB) üyesi bir Türkiye’yi kendi tahayyülüne uygun bir çözümün önündeki engellerden biri olarak görme eğilimindeydi. (Türkiye, 17 Aralık 2004’te AB’den müzakere tarihi almış, 3 Ekim 2005’te de müzakerelere başlamıştı.) Bu, o dönemde Öcalan’ın da müstear kullanarak yazılar kaleme aldığı Gündem gazetesinin bir başyazısının da konusunu oluşturmuştu.
“Komplo ve Öcalan’a Yaklaşım” başlıklı başyazı, Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin (“Komplo Süreci”) başlangıç tarihi olarak kabul edilen 9 Ekim 1998’in yıldönümlerinde PKK’nın düzenlediği kitlesel protesto gösterilerinin 2004’teki sonuncusunun sönük geçmesine dairdi. Başyazıya göre bunun en önemli nedenlerinden biri, Türkiye’nin AB ile kurduğu yoğun ilişkilerin Kürtler üzerinde yarattığı “sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar” olabilirdi:
“6. yıldönümünde Kürtler, çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Özellikle Avrupa’da yaygın geçti. Ancak Türkiye’de aynı yoğunlukta geçmedi. Hatta belli alanlar dışında ciddi bir tepki, eylemlilik söz konusu olmadı… Çok sınırlı bazı etkinlikler gerçekleştirildi. Kürt demokrasi güçleri, özellikle kurumsal yapılar ve kadrolar, yıldönümünde komployu derinden hissetmedi… Bunun, Güney eksenli gelişme ve özellikle de AB süreciyle ilişkisi var mı? Bizce tartışılır. Bu iki olgunun, genelde Kürtler, özelde Kürt demokratik yapılarında sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar yaratıp yaratmadığı, soruna ve sürece bakış açılarını etkileyip etkilemediği önemli tartışma konusudur ve bizce tartışılmalıdır…” (Gündem, 12 Ekim 2004).
AB sürecinin Kürtleri Öcalan’dan (PKK’dan) soğutuyor olma ihtimalinin ciddi ciddi tartışıldığı bu başyazıdan bir ay kadar sonra, 17 Aralık 2004’te Türkiye AB’den müzakere tarihi aldı ve 3 Ekim 2005’te müzakereler resmen başladı. Bu iki tarihin arasında da silahlı mücadelenin yeniden başlatıldığını duyuran PKK bildirisi var, ki bu dönem 2012’ye kadar sürecekti.
PKK, Kürtlerin AB üyesi bir Türkiye’nin ufukta da olsa görünmesinden nasıl bir güven peydahladığını görmüş, bundan ürkmüş ve çareyi savaşı yeniden başlatmakta bulmuştu.
“Komplo süreci”nin altıncı yıldönümü olan 2004’te Türkiye’deki Kürtlerin diasporadaki Kürtlerin tersine -ve ilk kez- “ciddi bir tepki, eylemlilik” göstermemesi aslında silahsız Kürtlerin silaha ve silahlı Kürtlere gösterdiği bir sarı karttı.
Sonraki dönemlerde o kart bir daha hiçbir zaman yeşile dönmeyecekti. Çünkü artık hem Kürt meselesinin çözümüne dair adımlar atılmaya başlamış hem de legal Kürt siyaseti güçlenmeye başlamıştı.
2013-2015 arasındaki çözüm sürecinin ardından başlatılan ‘halk savaşı’ ise kartın rengini bir daha değişmemek üzere kırmızıya döndüren bir sonuç doğurdu. Bu da bu dizinin son yazısının konusu.