[9 Aralık 2017] Bir zamanlar orta ve lisede yazdırılan tahrir, yani kompozisyon ödevlerinin değişmez konularındandı: Sanat sanat için midir, yoksa toplum için mi? Sıkı bir resmî ideoloji, bir tür Çalıkuşu egzersiziydi. Feride yerine Mehmet Emin Yurdakul ve Behçet Necatigil. İttihatçılık, sonra Kemalist Devrim, ulus-devlet ve modernite uğruna her şeyi araçsallaştırmıştı (bakınız: Ömer Seyfettin’in Hürriyet Gecesi hikâyesinde, adı konmamış bir Tarih Baba’nın nasılsa belirip, genç muharrire kişisel hırslarını millete ve millî dâvâya feda etmeyi öğretmesi; karşılaştırınız: 19. yüzyıl Alman milliyetçiliğinin Nazizm öncesindeki en saldırgan, en emperyalist, en Sosyal Darwinist tarihçi-ideologlarından Heinrich von Treitschke’nin, Devlet Üzerine’sinde, hem de tam, kollektif bir erkeklik sınavı olarak savaşı göklere çıkardığı noktada, devletin yüce amaçları karşısında bireyin küçüklüğü ve zavallılığından muazzam bir aşağılamayla söz etmesi).
13-14 yaşımda bunları bilemezdim kuşkusuz. Kaldı ki, ben de başka ve çok daha teorileştirilmiş bir araçsallaştırıcı totalizme; milliyetçi modernizme değil sosyalist modernizme angajeydim. Tabii ki sanat “toplum için” olacaktı, olmalıydı. Sanatçının özgürlüğü ve gerçekten büyük sanata ancak bu yolla erişilebileceği (toplumun ve insanlığın yararının da asıl burada yattığı) konusunda, en ufak bir fikir yoktu kafamda. Göğsümü gere gere götürüp babama gösterdim. Okudu, ciddîleşti. Marksist kalıp ve klişeler açısından çok atipik, çok özerk bir reaksiyon gösterdi. “Bak efendi,” dedi (önemsediği ve aklımda kalmasını istediği bir şey söyleyeceğinde hep yaptığı gibi), “19. yüzyılın ikinci yarısında ‘sanat sanat içindir’ diyenler devletin, hâkim ideolojinin, piyasanın ve burjuvazinin cenderesine karşı sanatçının özgürlüğünü savunuyordu.”
Hafızamı yokluyorum; Taraf’ta veya Serbestiyet’te, daha önce de sözünü etmiş olabilirim, bu anımın. İçimde yer etti; zaman içinde üzerine başka şeyler de ekledim. Yeats’in ardından yazdığı mersiyede (In Memory of W. B. Yeats), Auden’ın şairliğe ilişkin dizeleri örneğin: For poetry makes nothing happen: it survives / In the valley of its making where executives / Would never want to tamper, flows on south / From ranches of isolation and the busy griefs, / Raw towns that we believe and die in; it survives, / A way of happening, a mouth. Kendi Türkçemle: “Çünkü şiir hiçbir şeye yaramaz: sadece varolur / Kendi açtığı vâdide, işadamlarının / asla girmeyeceği; güneye akar / Terkedilmiş çiftliklerden, günlük kederlerden, / İnandığımız ve içinde öldüğümüz, derisi yüzülmüş kentlerden; / varolur kendi halinde, bir oluş hali, bir ağız gibi.” Robert’teyken, William Wordsworth’un kapitalizmin gözü dönmüş kâr hırsına karşı doğaya dönme coşkusunu da çok sevmiştim (ve hâlâ ezberimdeymiş meğer): The world is too much with us; late and soon, / Getting and spending, we lay waste our powers… Gene kendi çevirim: “Kendimizi çok kaptırdık dünya işlerine; er ya da geç, / Alıp satarak tüketiyoruz nefsimizi…” Devamında şair, Yüce Tanrım, der, [Hıristiyan değil] ilkel inançlarla yetişmiş bir yerli [dahi] olmaya razıyım; yeter ki beni bu kadar mutsuz kılmayacak şeyler yaşayabileyim; [eski Yunanlıların ilk deniz ve nehir tanrılarından] Proteus’un denizden yükseldiğini göreyim, [gene eski Yunan inancında Poseidon’un oğlu ve habercisi olan] Triton’un yosunlu borusunu öttürdüğünü duyabileyim (Great God! I’d rather be / A Pagan suckled in a creed outworn; / So might I, standing on this pleasant lea, / Have glimpses that would make me less forlorn; / Have sight of Proteus rising from the sea; / Or hear old Triton blow his wreathèd horn).
Auden’ın şiire asla burnunu sokmaması gereken işadamları; Wordsworth’un, bize nefsimizi tükettiren alım satım işleri; bir zamanlar Erdoğan Berktay’ın sözleriyle, devletin ve piyasanın baskısı, cenderesi… Ya da isterseniz güncellik diyelim (“kendimizi çok fazla kaptırdığımız dünya işleri”nin bir başka şekli). İdeoloji. Siyaset. Parti çizgisi. Devlet çizgisi. İktidar çizgisi. Muhalefet çizgisi. Beka çizgisi (millî ve yerli). Medeniyet çizgisi.
Ben bıktım bütün bu “fayda” taleplerinden. Ben şöyle bir sanat yapayım ki topluma yararı olsun; ya da ben şöyle bir bilim yapayım ki topluma yararı olsun… Hayır, bu yolla ulaşılamaz, ne büyük sanata, ne de has, ileri bilim ve bilgiye. Tam tersine; bu ancak “ben şimdi büyük sanat yapacağım” veya “büyük bilim yapacağım” gibi bütün duygu ve düşünceleri tamamen siler ve “sonucu” asla düşünmeyip sadece kendi işini yapar, salt kafanın ve yüreğinin seni götürdüğü yere gidersen, (belki) mümkün olabilir. Yoksa en iyi ihtimalle vasatlık üretirsin, kitsch üretirsin. En kötü ihtimalle de düpedüz yalan üretir veya yalanda direnirsin. Kendi yaşadığım dört örnek: (a) 1915 sorununda, “Türk tezleri”nin yararı eşittir Ermeni soykırımı yoktur, olmadı (veya haklıydı) demek. (b) Gene 1915 sorununda, bu sefer “Türk inkârcılığını çürütme”nin yararı eşittir Torosyan’ın hayalî yaşam öyküsü doğrudur, gerçektir demek. (c) Solun mağduriyet rantı anlamında yararı eşittir 1 Mayıs 1977’nin illâ bir devlet katliamı olması demek. (d) Gene solun ve Kürt halkının yararı, eşittir PKK’ya toz kondurmamak, “ezilenlerin haklı şiddeti”ni desteklemek… Hepsi birer sefillik bunların. Hiçbiri kalıcı bir değer oluşturmayacak, geleceğe intikal etmeyecek.
Geldiğim noktada benim tercihim: sanat sanat için, bilim de bilim için. Sınırsız ve kıyısız düşünmenin başka yolu yok. Varsın; fikirlerim ve tarihçiliğim, aynen Auden’ın dediği gibi, hiçbir şeye yaramaya çalışmaksızın, sadece (işadamlarının ve devletin ve herhangi bir ideolojik militanlığın asla giremeyeceği) o kendi açtığı vâdide, terkedilmiş çiftliklerden, günlük kederlerden, inandığımız ve içinde öldüğümüz, derisi yüzülmüş kentlerden usul usul güneye aksın. Bir oluş halinden, bir ağızdan öteye geçemesin.