Cumhuriyet dönemi hükümetlerinin performans açısından ortak özelliği nedir dense, muhtemelen en yaygın cevap eğitimdeki başarısızlık olurdu. Diğer birçok konuda olumlu uygulamalar gördük ama eğitimde aşılamayan bir eşikle karşı karşıyaymışız gibi tıkandık. Değişim hamleleri kısa soluklu oldu, sistemleşmedi, dar alana sıkıştı ve nihayette yozlaştı. Eğitim bürokrasisi ve sistemi bir türlü rasyonel hale getirilemezken, reform çabaları da kağıt üzerindeki temenniler olarak kaldı.
Bu durumun görünen nedenlerinden biri bürokratik direnç… Nitekim dünyanın hiçbir yerinde eğitim yönetimleri reforma yatkın değildir. Parçalı yapının ‘reform’ uğruna dağılacağından, iç uyumun yeniden sağlanmasının mümkün olmayacağından korkarlar. Sisteme emek vermiş ve sahiplenmiş olanlar, hükümetin ‘kaprisleri’ nedeniyle koca bir yapının çökmesine karşı çıkarken, kariyerlerini kaybedebilecekleri düşüncesini de akılda tutarlar…
Ama eğitimdeki başarısızlığın asıl nedeni bunun bir ‘milli’ konu olması. Diğer deyişle her ülke vatandaşını kendi istediği kalıba dökme arzusunda olduğu ölçüde, onu ‘millileştirecek’ bir eğitim tasarlamaya çalışır. Bu ise özellikle sosyal bilimlerde özgün düşünceyi, tartışmayı ve araştırmayı engeller. Tarih yeniden yazılırken vatandaşlık milli kimliğe bağlanır ve o kimliğin hasletleri eğitimin ana ekseni haline getirilir.
***
Demokrat zihniyete yakın olmayan ülkelerde yönetimler büyük çoğunlukla bu otoriter/milliyetçi yaklaşımın savunucularıdır… Okulların ve öğrencilerin başarısızlıklarını sistemin millileştirilerek kavruk hale getirilmesinde değil, milli olandan sapılmış olmasında arar ve her ‘reform’ denen dalga ile eğitimi daha da kötürümleştirirler.
Bizim gibi toplumlarda ise milliğin zararlarına bir de cemaatçi yaklaşımın sekter ve sığ tercihleri, uygulamaları eklenir. Herkes eğitimin milli olmasını vazeder ama birileri onun ille ‘laik’, diğerleri ille ‘dindar’ olmasıyla gerçekleşeceğini sanır. Eğitimin ancak bu kalıplara sokulmadığı, özgürleşebildiği ortamda gerçek bir bilgi derinliğinin ve düşünme yeteneğinin ortaya çıkabileceği idrak edilmez…
Siyasetçiler de evrensel anlamda denmesi gerekenlerle, gönüllerinden geçen cemaatçiliği birleştirmenin ötesine zaten pek geçemezler… Örneğin Erdoğan 12 Ocak günü Marmara Üniversitesi’nin kuruluş yıldönümünde şöyle demişti: “ Türkiye uzun yıllar boyunca her alanda milletin değerinden kopuk, ‘halka rağmen halk için’ anlayışıyla hareket eden, söylemi sosyalist, zihniyeti faşist kadroların tasallutu altında kaldı. Üniversitelerimiz de bu alanlardan biri olmuştur. Kendi tarihini karalamak için zayıf kaynaklara dayanarak hezeyanlar taşıyan bir zihniyetin olduğu yerde millilikten söz edemeyiz. Belli görüşlerin dayatılması, buna karşılık farklı görüşlere tahammülsüzlük üzerine kurulu bir sistemden özgür bilim çıkmaz. Bilim demek, özgür bir zihin demektir.” Nitekim daha sonra Boğaziçi mezunlarına da ‘yerli milli değerlerden uzak olduğunuz için başarılı olamadınız’ uyarısını yapmıştı.
***
Doğrusu tipik ama hüzün veren bir tablo… Zihin hem özgür olacak hem de ‘yerli ve milli’ kalıbına sıkıştırılacak… Farklı görüşlere tahammülsüzlük olmayacak ama ‘yerli ve milli’ olanın dışındakilerin makbul olmadığından emin olunacak…
Bu anlayışla eğitimde sahici bir atılımın yapılabilmesi mümkün değil. Genç kuşakları önceden tanımlama ve kendine benzetme hevesinin tek sonucu kalitesizleşmedir. Bu nedenle Türkiye’den beyin göçü yaşanıyor ve söz konusu anlayış devam etiği sürece de durmayacak. Geçenlerde Erdoğan üniversitelere çağrıda bulunarak gidenlerin geri gelmelerini sağlamalarını istemişti… Ne var ki AK Parti’nin ilk iki hükümet döneminde bürokrasiye gelmiş olanların da hemen hepsi geri döndü.
Yetenekli, parlak zihinler bu bürokrasiye veya üniversitelere şu haliyle niye gelsinler, niye kalsınlar, bu yönetim zihniyetine niye katlansınlar ki?