Sivil toplum oluşumları liberal demokrasilerde kendilerine daha geniş varoluş ve hareket alanları buluyor. Bunun nedeni söz konusu ülkelerde devletle toplum arasındaki hiyerarşinin esnek ve özgürlük alanlarının da geniş olması. Yoksa teorik açıdan bakıldığında, liberalizm sivil toplumu demokrasinin zorunlu bir unsuru olarak tanımlamıyor. Rasyonel bireylerin varlığını yeterli görüyor. Tabi eğer o rasyonel bireylerin talep ve tercihlerini kamusal alana taşıyan eşitlikçi mekanizmalarınız varsa… Nitekim ekonomide serbest piyasa, siyasette ise özgürce kurulan siyasi partilerin yarıştığı özgür seçimlerin varlığı bu ihtiyacı karşılıyor. Diğer deyişle ideal bir liberal demokraside sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç yok, çünkü temsil ve karar mekanizması bireylerin tüm talep ve tercihlerini karar sistematiğine taşıyor.
Ancak herkesin bildiği üzere sistem teorinin öngördüğü mükemmeliyette çalışmıyor. Liberal demokrasiler bunu sağlamak üzere kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti gibi kavramları yaratmış ve hayata geçirmiş olsalar da, ne temsil ne de karar mekanizması bireyleri tatmin edecek bir performans sergileyemiyor.
***
Bu sonucun sadece liberal demokrasilerin değil, sosyalizmi de içeren modernliğin tıkanması ile ilişkili olduğunu eklemek lazım. Post modern dünyanın en belirgin özelliklerinden biri, modernliğin ‘yetersizliğinin’ görünür olması ve karşı çıkışı ima eden duruşların meşru hale gelmesi. Sistemin zaafları tescil edildiği andan itibaren, toplumun kendi iradesiyle kamusal alana müdahale ederek yeni normlar getirmesi ve devleti bu normlar ışığında izlemeye alması doğal hale gelmiş gözüküyor.
Bugün Batı’da sivil toplumculuk hemen her alanda mevcut ve giderek bir endüstri haline gelmekte… Aralarında her ideoloji ve siyasi akıma yakın olanlar olduğu gibi, bu yakınlıklardan özellikle uzak kalmaya çalışanlar da var. Kritik nokta bu oluşumların ne derece bağımsız oldukları ya da olabildikleri… Nitekim liberal demokrasileri ‘demokratikleştirecek’ olan unsurun bağımsız bir sivil toplumun varlığı olduğunu düşünenler çok.
Liberal olmayan demokrasilere geldiğimizde durum biraz daha bulanık… Liberal demokrasileri bile ‘demokratikleştirecek’ bir toplumsal irade ve örgütlenmenin, liberal olmayan sistemlerde çok yararlı olacağı düşünülebilir. Ama öyle olmuyor… Örneğin Türkiye’de devletle toplum arasında net bir hiyerarşi var, kamusal alan devlet tarafından tanımlanıp tanzim ediliyor ve üstelik cemaatçi sosyal yapılanma nedeniyle farklı kimlikler arasında ilişkiler zayıf.
Dolayısıyla bizde her kimliğin kendi hassasiyetleri çerçevesinde yürüttüğü ve sadece devlete değil, diğer kimliklere de karşı konumlandırdığı bir sivil toplumculuk ortaya çıkmış durumda. Her STK kendi cenahına konuşurken, siyasi erki elinde tutan cenahın STK’ları bir anda munis, güler yüzlü ve iyimser destekçilere dönüşerek asıl işlevlerinden uzaklaşabiliyorlar.
Nitekim farklı kimlikler ve sosyal gruplar arasında gerilim, kutuplaşma ve somut çatışmaların yaşanması halinde, sivil toplum kuruluşlarının daha ‘siyasi’ ve öznel bir tutuma kaymaları, kendilerini yaşanan kutuplaşmanın asli unsuru gibi görme ihtimali de artıyor. Hele siyasi alandan bu tür bir davet ve teşvik gelirse, STK’ların çok hızla siyasi misyon havariliğine geçebildiğine tanık oluyoruz.
***
Siyaseti her ne pahasına olursa olsun iktidara sahip olma ve bu iktidarı kalıcı kılma çabası olarak gelenekselleştirmiş ülkelerde, STK’ların kendi normlarından ve doğrularından ziyade, siyasetin gereklerini referans alması ve mümkünse siyasetin yakın çevresinde konumlanması şaşırtıcı değil.
Bu nedenle Türkiye gibi ülkelerde, eğer suya sabuna dokunmayacak işler yapmayacaklarsa, STK’lar ya siyasi iktidarın karşıtı, ya da destekçisi konumuna savrulmaya çok yatkın oluyorlar. Bu da onları genel kutuplaşma ve otoriterleşmenin parçası kılıyor. Liberal demokrasileri az veya çok demokratikleştirebilen sivil toplumculuk, bizde istemese de otoriterleşmenin normalleşmesine hizmet edebiliyor…