1999 ile 2015 yılları arasında Agos Gazetesi’nin bulunduğu Şişli’deki Sebat Apartmanı’nın birinci katı geçen yıl, “23.5 Hrant Dink Hafıza Mekanı” olarak açıldı.
23.5 adı, Hrant Dink’in 1996’da yazdığı aynı zamanda evlilik yıldönümü olan 23 Nisan ile Ermeni Tehciri’nin başladığı 24 Nisan arasında kalan ruh halini anlattığı yazısının başlığından ilhamla verilmiş.
Tasarımı, müzecilik tekniği, videolarla her girdiğiniz odada sizi çarpan olağanüstü dokunaklı bir mekan çıkmış ortaya…
Her odanın da bir adı var.
“Atlantis Uygarlığı” adlı odada Hrant Dink ve Rakel Dink’in tanıştığı, yetiştiği Tuzla’daki Kamp Armen’i ikisinin sesinden dinliyorsunuz.
90’ların meşhur Siyaset Meydanı programlarında Hrant Dink’i izlerken her şeye rağmen bir zamanların çok sesli Türkiye’sinin heyecanını hissediyorsunuz.
Değişen hakimler, savcılar, ortaya sürülen iddialar, devletin direnişi, dönemin ruhuna göre değişen örgüt adlarıyla 13 yıl süren davanın bütün dosyaları boydan boya bir duvarı kaplamış. Araya yerleştirilmiş bir ekranda katille bayraklı pozun videosu dönerken, kulaklıkla dava dosyası içindeki tapeleri dinleyebiliyorsunuz.
Hrant Dink’in 19 Ocak günü saat 15’den sonra bir daha dönemediği odası o haliyle korunmuş, meşhur siyah ceketi yerinde asılı, hatta masasının karşısındaki televizyonda sürekli açık olan at yarışı kanalı da hala açık.
Ama herhalde insanı en çok öfkelendiren Güvercin Tedirginliği odası oluyor.
Odanın adı Hrant Dink’in, Sabiha Gökçen’in bir Ermeni yetimi olduğunu yazmasından sonra İstanbul Valiliği’ne çağrılıp MİT’çiler tarafından tehdit edilmesi, hakkında davalar açılması, AGOS binası önünde yapılan nümayişler, mahkeme önlerinde uğradığı saldırılarla içine girdiği tedirginliği anlattığı yazısının başlığından…
Odada Hrant Dink cinayetine giden yolu açan o linçin bütün aşamaları kupürler, fotoğraf kareleri, videolarla teşhir ediliyor.
Bir kısmı şimdi muhalefet saflarında kendini unutturmuş kalemlerin manşetleri, yazıları, temel Türkçe bilgisi olan herkesin anlayabileceği bir yazıyı çarpık bir biçimde Türklüğe hakaret olarak yorumlayarak Hrant Dink’i hedef gösteren mahkeme ve Yargıtay kararları…
Ama en dikkat çeken, her şeyi başlatan Hrant Dink’in Sabiha Gökçen haberi üzerine Genelkurmay Başkanlığı’nın 23 Şubat 2004 günü yaptığı o uzun ve sert açıklama…
Orijinal hali kitsch bir altın varaklı çerçeve içine yerleştirilerek sergilenen o açıklamayı bugün artık çok az insan hatırlıyor, bazıları da hatırlamak istemiyor.
Her cümlesi küstahlık ve tehdit kokan o açıklamadan kısa bir bölümü hatırlamakta fayda var:
“Bir iddiayı, milli duygu ve değerleri de kötüye kullanarak, bu şekilde yayımlamanın habercilik olarak nitelendirilmesini kabul etmek mümkün değildir.
Burada asıl önemli olan husus, yapılan bu haber ile neyin amaçlandığıdır. Ulusal birlik ve beraberliğimizin en güçlü olması gereken bu dönemde milli birlik ve beraberliğimize ve milli değerlerimize yönelik bu tip yayımların ne amaçla yapıldığı, Türk toplumunun büyük bir kesimince artık anlaşılmakta ve endişe ile izlenmektedir.
Türk milletinin birlik ve beraberliğine, layık olduğu toplumsal barışa, Atatürk'ün manevi varlığına ve düşünce sistemine, Türk milletine yakışır sağduyu içerisinde sahip çıkmanın ve savunmanın, TSK yanında, her Türk vatandaşına ve bütün kurumlarına düşen açık ve seçik bir görev olduğu ortadadır.
Bu kapsamda Türk medyasının Atatürk'ün manevi varlığına, düşünce sistemine, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilke ve değerlerine, Türk milletinin birlik ve beraberliğine, daha duyarlı olması ve yayım ilkelerini bu düşünceler ışığında gözden geçirmesi de ulusça beklenmektedir.''
Hrant Dink cinayetinde fail, zamanın ruhuna göre derin devlet, Ergenekon, FETÖ diye değişti. Sonu kimseyi tatmin etmeyen bir yere bağlandı. Ama bu yazının konusu işin o kısmı değil.
Bir azınlık gazetesinde çıkan haber için yayınlanmış o tehditvari bildirinin hatırlattıkları…
Bugünden bakınca ne kadar absürt, tuhaf görünse de o günlerde kimsenin yadırgamadığı, çok alışılmış, beklendik bir açıklamaydı.
Ve maalesef bugünün demokraside, hukuktaki ağır sorunları, acı FETÖ tecrübesi yüzünden yakın tarih yeniden yazılırken, askeri vesayet adlı odadaki o file hiç var olmamış ve bir grup liberalin vehmiymiş gibi davranılıyor.
Halbuki o fili görmeden, FETÖ’nün kendisine hangi meşruiyet zeminini bularak güçlendiğini de, o açıklamanın yapıldığı 2004 yılındaki MGK’da askerlerin baskısıyla alınan FETÖ’yle mücadele kararını hükümetin neden görmezden geldiğini de anlamak mümkün değil.
Elleri ve kollarıyla siyasetin içinde olan, AB reformlarından, Kıbrıs’taki çözüm çabalarına kadar her konuya taş koymaya çalışan, açıklamalar yapan, sosyetik fişleme, andıç skandalları patlayan, Başbakan’ın eşini başörtüsü yüzünden askeri hastanelere sokmayan bir ordunun referansı haklı olarak kötüydü, söylediklerine o günkü hükümetin kuşkuyla bakmasının haklı sebepleri vardı.
Üstelik o günlerde hükümetleri FETÖ yapılanması için uyaran Hüseyin Kıvrıkoğlu’ndan itibaren görev yapmış Genelkurmay Başkanları’nın biri hariç (İlker Başbuğ. Ama onun da Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki özel kalem müdürü darbeden sonra Afganistan’dan kaçtığı Dubai’de yakalanarak Türkiye’ye teslim edilen üst düzey bir örgüt elamanı çıktı) hepsinin en yakınlarındaki özel kalem müdürleri, çoğunun yine en yakınlarındaki yaverleri darbeden sonra FETÖ’den tutuklandılar.
28 Şubat’ta Refahyol hükümetini irtica diyerek yıkan zamanın Genelkurmay Başkanı da o günlerde makam odasında bu yapıya ait Türk okullarından öğrencileri ve şimdi bir kısmı terör örgütü yöneticisi olarak aranan örgütün yöneticilerini ağırlıyordu.
Yani devlet içinde kimsenin kimseye söyleyeceği pek bir şey yok.
Ama muhasebe yapmak yerine, herkes kendisini yüzde yüz haklı görmeye devam ediyor ve herkes elinin değdiği bu ateşten topu birbirine atıyor.
2004 yılında Hrant Dink linçini başlatan açıklamanın yapıldığı sırada Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Genelkurmay İkinci Başkanı ise İlker Başbuğ’du.
Daha sonra kendisi de bu devletin mağdur ettiği insanlar arasına giren Başbuğ’un açtığı tartışma, FETÖ’nün siyasi ayağı kim tartışmasına dönüştü.
Halbuki Başbuğ’un “FETÖ’nün siyasi ayağı yaptırdı” dediği 2009’da Meclis’ten geçirilen askerlerin sivil mahkemede yargılanmasını sağlayan düzenleme de zaten “asker ne der” sorusunu sormadan hiçbir konunun tartışılamadığı ülkedeki bu askeri vesayet sistemine karşı Avrupa Birliği reformları çerçevesinde kazanılmış mevzilerden biriydi o günlerde…
O yüzden daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği o düzenlemeye, 2010 referandumunda yüzde 58 evet çıktı. AK Parti bir daha hiçbir zaman herhangi bir seçimde ya da referandumda yüzde 58’i görmedi.
O farkı yaratan Fethullahçıların oyları değildi, toplumun farklı kesimlerinin bu askeri vesayet sistemine karşı duydukları tepkiydi.
Bugün bütün faturaları “Yetmez ama evetçilere” kesenler, o tepkinin nasıl oluştuğunu, Türkiye’nin 1960’dan bu yana siyasi tarihinin aynı zamanda askerlerin siyasete müdahale tarihini olduğunu ya unutuyor ya da o tarihten bir sıkıntı duymuyorlar.
İşte o 60 yıllık tarihe baktığınızda, bugün cevabı aranan soruyu, yani 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı, darbenin siyasi ayağı kim olacaktı sorusunu şöyle revize etmek gerekir:
Darbenin siyasi ayağı kim olmayacaktı ki?
Evet belki ilk defa bir darbeye karşı insanlar canlarıyla direndi, darbe karşıtı bilinç 2016 yılında her zamankinden gelişkindi, zaten sicili bozuk, seveni az bir dini cemaatin yaptığı darbenin destekçisi de olmazdı ama yine de Allah korusun o darbe başarılı olsaydı ne olurdu?
Maalesef bu sorunun cevabı da yakın tarihte saklı.
Daha önceki darbelerden sonra ne olduysa o olurdu.
27 Mayıs darbesini albaylar yapmıştı. Milli Birlik Komitesi’nde sivil ya da siyasetçi yoktu. Anılarından anladığımıza göre kimi bakan, kimi başbakan yapacaklarını da hiç düşünmemişlerdi.
Ama darbe başarılı olunca bu hazırlıksızlığın zorluğunu hiç çekmediler.
Yassıada mahkemelerinin hukuki zemini, yeni anayasa için ülkedeki en iyi hukukçular onlarla birlikte çalıştı.
Meclis’i kapatıp kurdukları Kurucu Meclis’te, Temsilciler Meclisi’nde ve Bakanlar Kurulu’nda kimler yoktu ki!
İsmet İnönü, daha sonra CHP Genel Başkanlığı ve Başbakanlık yapacak Bülent Ecevit, DP yıllarının muhalefet lideri Osman Bölükbaşı, Yeni Türkiye Partisi’ni kuracak Ekrem Alican, eski DP’li Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, CHP’nin efsanevi genel sekreteri Kasım Gülek…
ODTÜ rektörü Kemal Kurdaş, işadamı Şahap Kocatopçu gibi isimler bakanlık koltuklarına oturmuştu.
Bütün dini cemaatler, barolar, birlikler, meslek odaları darbecilerin Meclis’ine temsilci göndermekten gocunmamıştı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan, Mümtaz Soysal’a, Tarık Zafer Tunaya’dan Turhan Feyziğlu’na kadar ülkenin yazarları, entelektüelleri darbe meclisinde yerlerini almışlardı.
Yaşar Kemal, Yassıada Mahkemeleri’ni izleyip, MBK üyeleriyle seri halinde röportajlar yapmış, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Cemal Süreya’ya kadar yazarlar, şairler de darbeye methiyeler dizmişlerdi.
12 Mart’tan sonra da aynen böyle oldu. Darbeciler kimle çalışmak istediler ise onlarla çalıştılar. Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu tanınan, itibarlı, birikimli insanlardı ama darbecilerin ara rejim hükümetlerinde Başbakanlık yapma tekliflerini geri çevirmediler.
Dünya Bankası’nda çalışan, dünya görmüş Atilla Karaosmanoğlu, yine ABD’den gelen Talat Halman, Prof. Türkan Akyol, NATO genel sekreter yardımcılığı görevini bırakıp gelen büyükelçi Osman Olcay gibi isimler darbecilerin kabinelerinde görev aldılar.
12 Eylül’den sonra da Kenan Evren, hükümette ve Meclis yerine kurulan Danışma Meclisi’nde görev verecek siviller bulmakta hiç zorlanmadı.
Devrilen hükümetin müsteşarı Turgut Özal, darbe hükümetinin Başbakan yardımcısı oldu. İşadamları, bakanlıkların müsteşarları darbe kabinesindeki yerlerini aldılar. İmren Aykut’tan Kamer Genç’e kadar daha sonra siyasette adları duyulacak pek çok isim siyasete darbecilerin kurduğu Danışma Meclisi üyesi olarak girdiler. Aydınlar Ocağı’ndan Necip Fazıl’dan, Kemalist çevrelere, gazetecilere kadar darbe sağdan sola kadar destekçi bulmakta da hiç zorlanmadı.
28 Şubat döneminde de güç mıknatıs gibi herkesi çekti. DYP’den istifa eden milletvekilleri, askerlerin brifinglerine koşan gazeteciler, hukukçular, işadamları…
Yani 15 Temmuz da başarılı olsaydı bu durum değişmeyecekti.
Ülke yönetimini ele geçiren darbeciler, siyasi ayak bulmak için hiç zorlanmayacaklardı.
İktidarın el değiştirdiğinden emin olan işadamları, siyasetçiler, gazeteciler, entelektüellerin bir kısmı “böyle olmasını istemezdik ama mecbur kalındı, keşke olmasaydı” diyerek yeni duruma hemen adapte olacak, “artık ülkemiz için birlik zamanı, hepimiz taşın altına elimizi sokmalıyız” diyecek ve devletin, muktedirlerin yanında saf tutacaklardı.
Nereden mi biliyoruz. Tabii ki bugün yaşadıklarımızdan.
Bugün nasıl daha önce AK Parti iktidarlarıyla arası hiç iyi olmayan pek çok siyasetçi, işadamı, gazeteci, yazar, aydın, iktidarın artık gücünü konsolide ettiğinden emin olduktan sonra Cumhurbaşkanı’nın, Beştepe’nin etrafında dönüp durmaya başladıysa, o gün de benzer kalitedeki insanlar Genelkurmay’ın, Pensilvanya’nın etrafında dönüp duracaklardı.
“Darbe olursa, silahlarımı kuşanıp Cumhurbaşkanını korurum” diye efelenip, darbe gecesi ancak halk sokaklara hakim olduktan sonra saklandığı yerden burnunu çıkarabilenler, şimdi FETÖ cadı avlarında en önde koşarken, o gece halkı konumlarını kapatmayı unuttukları evlerinden sokağa davet edebilen gazeteciler, ancak demokrasi nöbetlerinde boy gösterebilen fırsatçılar zaten o gece çoktan bu ihtimali satın almışlardı.
Yani darbenin siyasi ayağı, medya ayağı, hukuk ayağı kim olacaktı diye çok merak etmeye gerek yok. Çok sayıda ayak, çok sayıda kol bulunurdu.
Bugünkü iktidara “yanlış yapıyorsun” diyemeyenler, itiraz edemeyenler, resepsiyonlarda, davetlerde görünmek için yarışanların çok önemli bir kısmı, darbeciler başarılı olsa onların iktidarına yanlış yapıyorsunuz diyemeyecekler, itiraz edemeyecekler, onların resepsiyonlarına katılmak, uçaklarına binmek için fırsat kollayacaklardı.
Önce FETÖ’nün savcılarına, sonra FETÖ’yle mücadele döneminin savcılarına hizmet etmiş gazetecilerin, darbecilerin savcılarına da aynı şekilde hizmet edeceğini tahmin etmek herhalde zor değil.
Keşke 1967’deki bağış makbuzları oyalanmak yerine vakit kaybetmeden bu darbeden haberdar edilen, görev vaad edilen siyasetçiler, bürokratlar, sivillerin olup olmadığı araştırılsaydı ama FETÖ’nün siyasi ayağı kim olacaktı sorusuna cevap vermek için öyle çok derin bir istihbarata, bilgiye sahip olmaya gerçekten gerek yok.
Ülkenin yakın tarihinde başarılı olmuş darbelerden sonra yaşananlara bakınca, her zaman devletin, iktidarın, gücün yanında saf tutmuş, karşısında ağzını açamamış, kaybetmeyi göze alamayan ülkedeki fırsatçı, kariyerist, devletsever insan potansiyelini düşününce cevap çok açık.
O anda devlete hakim olan, güçlü olan herhangi bir iktidarın eli olamıyorsa, ayağı olmaya talip çok sayıda insan bulunurdu.
O yüzden soruyu böyle sormakta fayda var:
FETÖ’nün, darbenin siyasi ayağı kim olmazdı ki?