Tarihi anlamak bu dünyadaki pahalı şeylerden biri olmalı. Çünkü yüz yıl kadar süren uzun uğraşlar sonucunda damıtılmış bir kanıya erişmek oldukça masraflı ve zaman alıcı. Geçmişte olup bitenlere karşı duyulan bu ilgi, durduk yerde bir ilim haline dönüşmedi elbette. Geleceğin bilinmeyenleri karşısında geçmişten bir ders çıkarmak, akıllıların bulduğu bir yol olsa gerek. Tarih, sırf bu açıdan bakıldığında bile, bizatihi, geçmişin gelecekteki aksi olarak görülebilir; geçmişte olan bitenlerin gelecekteki yansıması, eskilerin diliyle zaman ve mekanda dolaşan mefhumu, burhanı, ayeti, yenilerin diliyle de işaretleri, deneyimleri ve sürdürülebilir akıllarıdır. Parçacıklardan ne kadarı elde edilebilirse geçmişin tayy-ı mekan ve tayy-ı zaman etmesini anlamak da o derece mümkün olabilir. O yüzden kendimizin ve başkalarının bugününü anlamak için kendimize, başkalarına, dolayısıyla da geçmişte yaptıklarımıza, yaptıklarına bakmalıyız.
Tekrar olacak, ama olsun! Zira her seferinde tekrar etmenin faydasını umuyorum. Türkiye’de, Avrupa ve Batı’ya ilişkin bir ilginin olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. İlgisiz kalındığı ifadesi bile durumun izahı için son derece yetersiz. Daha başka bir şey mevcut sanki. Çünkü Avrupa ve Batı’ya olan ilgisizliğin bilinçli bir görmezden gelme olduğuna dair şüpheler filizleniyor zihnimde; görmezden gelme, yokmuş gibi davranma ve yok sayma!
Birleşik Krallık’ta geçen ay, dünya kamuoyunun da yakından ilgi gösterdiği Brexit adı verilen bir referandum düzenlendi. Referandumda katılımcılara Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden çıkmasını isteyip istemedikleri soruldu. Çıkma isteklerinin çoğunluğa erişmesiyle de pek çok kişinin tahmini doğru çıktı. Referandumun sona ermesiyle bu defa Brexit’in neticeleri ve etkileri konusunda tartışmalar yapılmaya başlandı. Ne var ki bu sonuç karşısında adadaki ilk politik gelişme, referandumda Brexit’in aleyhine iradesini koyan İskoçlar arasında yaşandı. İskoçya’daki iktidar partisi ayrılma isteklerini yeniden seslendirmeye karar verdi. Birkaç yıl önce düzenlenen bir referandumda az bir farkla da olsa gerçekleşmesine yeşil ışık yakılmayan ayrılma, SNP [Scottish National Party] tarafından yeninden canlandırılma başlandı. Şimdi geriye doğru bakınca aslında bu girişimlerin ve olan bitenlerin tarihî olarak son derece dikkat çekici bir arka planı olduğu anlaşılıyor. Açıkçası kuzeydeki ayrılma isteklerinin uzun olmasa da 2014’teki referandumla bir süreliğine daha ötelendiği umuluyordu. Ancak siyasi atmosfer aksine gelişince hemen herkes bu defa ayrılma senaryoları üzerinde fikir üretmeye koyuldu. Bense tam tersine bir yol izleyip iki ülkenin neden ve nasıl birleştiklerini sorgulamayı yeğliyorum. Zira asıl ilginç bilgiler tam da burada gizli.
Neyse! Bu yaklaşımın ışığında kamuoyunu işgal eden Brexit’in anlaşılmasının biraz da geçmişin hatırlanması ve tartışılmasına bağlı olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden hemen herkesin yapmaktan büyük bir haz aldığı şekliyle bugüne değil de çuvaldızı geçmişe batıracağım. Onun için İskoçya ile İngiltere’nin 1707’de neden birleştiğini sorup meseleyi geçmişten bakarak değerlendireceğim. Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden çıkmasının politik, ekonomik ve sosyolojik sonuçlarının olmasını beklemek lazım. Zira bu sonuçlar öyle pek de bugünle ilgili değil.
Brexit, doğrudan doğruya Birleşik Krallık’ı ilgilendiriyor gibi görünse de dar kapsamda Avrupa, geniş kapsamda dünyayı etkileyecek bir manevraya karşılık gelmekte. Son seçimleri kazanan Muhafazakar Parti’nin seçim beyannamesinde yer alan Avrupa Birliği’nden ayrılma iradesini referanduma götürme vaadinin arkasında da pek çok sebep yatmakta! Burada o sebepleri sıralayacak değiliz. Ama sonuç olarak parti, sözünde durdu; Birleşik Krallık, zaten para, sınır ve benzeri alanlarında yer almadığı ortaklıktan ayrılma fikrini geliştirerek halka gitti. Sonuçta da halk, ayrılma iradesini gösterdi.
Brexit’i 1707 yılında İngiltere ile İskoçya arasında imzalanarak onaylanan Birlik Anlaşması üzerinden okuyup değerlendirmek mümkün mü pekiyi? Belki! Öyleyse çok genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Biraz sıkıcı olabilir ama öncelikle hem tespit hem de tespitlerin delillendirilebilmesi için tarihe dair bazı şeylere işaret etmeliyim. Zira birleşmenin, İskoçların Brexit’e ilişkin verecekleri cevapla tarihen alakalı olduğunu düşünüyorum.
İngilizlerle İskoçların diğer ülkelere bakıldığında görece de olsa ufak bir adada bir arada yaşamaları tarihî olarak uzun bir hikayeye karşılık gelmektedir. Çetin mücadelelerin yaşandığı bu tarih, aslında, bir savaşlar tarihi olarak vasıflandırılmayı da hak etmekte. Adanın kuzeyine yerleşen Keltik kökenli Britonlar yanında yine İskandinav kökenlere sahip olduğu düşünülen Piktiler genel anlamda adanın ilk yerlileri kabul edilirler. Bununla beraber Cermenik kökenlere sahip Anglo-Saksonlar ve karmaşık bir milletler federasyonu olan Norman kökenli İngilizler de Britanya adasının diğer yerlileridir.
İngilizlerle İskoçların tarih sahnesinde görünmeye başladıklarından 13. yüzyıla değin nispeten sulh içinde yaşadıklarını biliyoruz. Britanya adasında İskoçlarla İngilizlerin karşı karşıya gelmelerinin tarihi 13. yüzyıla değin götürülebilir. İngilizler, ekonomik ve nüfus üstünlüğünü geliştirdikçe adanın kuzeyine doğru ilerleme niyetlerini açıkça gösterdiler. Tüm İngiliz monarkları bu niyeti gerçekleştirmek için adım atmaktan hiçbir zaman imtina etmediler. İngilizlerin ilk hedefi kuşkusuz yakınlarındaki Galler oldu. Galler 13. yüzyıl gibi daha erken dönemlerde İngiliz yönetimine dahil edildi. Galler’i ise doğal olarak İskoçya takip etti. Ne var ki İngilizlerin bu alandaki etkinlikleri Galler’deki gibi kolay bir şekilde sonuçlanmadı ve İskoçlar İngilizler için kolay bir lokma olmadı. Bu yüzden İskoçların hemen hemen 13. yüzyıldan bugüne dek daima İngilizlere muhalefet ettikleri söylenebilir. Sırf bu yüzden Britanya tarihine İskoçların İngilizlere meydan okuyuşları ve karşı çıkışları tarihi olarak bakmak da mümkündür. Göreceli barış hali öyle sanıyorum ki İngilizlerin ihtiraslı hükümdarı 1. Edward’la bozuldu. 1. Edward’ın akıllı hamleleri İngilizlerin politik manevra kabiliyetlerini İskoçların içine sokmaya zemin hazırladı. Edward’ın, dolayısıyla da İngilizlerin ilk müdahalesini İskoçların kendi aralarındaki anlaşmazlıkların halledilmesi esnasında görüyoruz. Kabileler halinde örgütlenerek yaşayan İskoçların, kralları 3. Alexander’in ölümüyle ardılları arasında çıkan taht mücadeleleri neticesinde 1. Edward’dan hakemlik talepleri, işin 20. yüzyıla kadar erişmesine yol açtı. Elbette bu imkanı 1. Edward kaçırmadı. Politik bir girişimle hakemlik yaptı ve siyasi öngörüleriyle kendisine yakın bulduğu John de Balliol’u İskoçların yeni kralı seçti. Açıkçası de Balliol’un kişiliği de önemli bir figür olarak tarihte incelenmeyi hak etmektedir. de Balliol’un İskoç kadar Anglo-Norman arka planı işi büsbütün çetrefilleştirdi. İngilizlerin çıkarları doğrultusunda iş yapacağı düşünülen de Balliol bir vakit sonra İngiliz tahtı ile anlaşmazlığa düşünce işler sarpa sarmaya başladı. de Balliol İskoçların kıta Avrupası ile olan ilk monark düzeyindeki temasını Fransa ile kurdu. Bu yüzden İskoç tarih ve siyasetinde Fransa’nın ayrı bir yeri vardır. Fransızlarla işbirliğine giren İskoçlar ile İngilizler pek çok kez savaştılar. Falkirk’te, Stairling’te bazen yenildiler bazen de yendiler. Bir aralık 4. James’in önderliğinde Fransızlarla anlaşıp İngiltere’yi işgale yeltendikleri bile oldu. Ama kazanan son tahlilde İngilizlerdi. İskoç soyluları kah gizliden kah açıkça İngiliz monarklığı ile işbirliğine de giriştiler. Bununla birlikte İngiliz İskoç işbirliğinde dönüm noktasının 1603 yılı olduğunu düşünüyorum. Tarihin bir cilvesi olarak İngiltere kraliçesi 1. Elizabeth’in ölümü sonrasında Mary'nin Protestan olarak yetiştirilen oğlu 6. James, kan bağından ve geride başka bir varis kalmaması yüzünden I. James adıyla İngiltere kralı ilan edildi. Soy ve miras dolayısıyla İskoç kralı da olan James, her iki ülkenin tek kralı haline geldi. Diğer bir deyişle bu tarihten sonra İskoçya ile İngiltere tek bir kral tarafından yönetilmeye başlandı. Bu durum, Kraliyetlerin Birleşmesi olarak [Union of the Crowns] 5 Nisan 1603’te bir emirname ile de hukuken tasdik edildi. Birlikteliğe rağmen İskoçya ile İngiltere ayrı parlamentolara sahip olmayı bir yüzyıl daha sürdürdüler. James’in birlikteliği resmî hale getirmek için pek çok girişimi olduysa da yerel güçlerin ve pek çok soylunun muhalefeti yüzünden bir türlü gerçekleştirilemedi.
Tarih böyle böyle akarken 1702 yılında ortak tahta çıkan kraliçe Anne, iki monarklığı birleştirmek için bir dizi girişimlerde bulundu. İlkin bir takım komisyonlar kurarak ayrılık ve benzerlik konularında çalışmaların yapılmasını destekledi ve birleşmeye zemin hazırlayacak alanları genişletti. Uzunca bir çalışma sürecinden sonra nispeten kısa ve öz bir birlik anlaşması [The Acts of Union] her iki parlamentoda tarafından imzalanarak onaylandı. Böylece anlaşmayla iki krallık Büyük Britanya adı altında bir araya geldiler. Bu anlaşmaya tepkiler olmuşsa da yerel ve etkisiz kalmışlardır. Bu anlaşmanın neticesinde 1707 yılında İskoçya ile İngiltere tek krallık, tek parlamento ancak ayrı kilise ve mahkemelerle bir birlik kurdular. Her iki ülkenin yetkileri de Londra’daki parlamentonun bünyesinde birleştirildi.
İskoçya ile İngiltere’nin nispeten ufak bir kara parçasına sıkışıp kalmaları bu iki ülkenin de kaderi haline gelmiş olmalıdır. İlerleme yahut temas etme becerisi İngiltere’nin ana kıtaya yakınlığı yüzünden İskoçya’ya göre daha mümkündür. Ancak ne var ki İskoçya’nın tarih boyunca geliştirdiği kıta ile olan ilişkileri İngiltere’nin aleyhinde kullanılabilecek bir niteliğe bürünmüştür. İngiltere’nin özellikle Avrupa’da Fransa ve İspanya ile olan mücadelelerinde İskoçya’nın takınacağı tavır ehemmiyetli bir hal almıştır. Burada uzun uzadıya anlatmaya gerek yok; ama ne var ki İskoç hanedanının ve soylularının İngilizlerle girişilen mücadelelerde hem İspanya hem de Fransa güçleri ile ittifak kurduklarını, politik ve askerî olmak yanında ekonomik ilişkiler geliştirdiklerini de biliyoruz. Bu yüzden İskoçya, İngiltere için bir güvenlik açığı meydana getirmekteydi. Keza bu açığın giderilmesiyle İngilizlerin deniz kuvvetlerini nitelikleştirerek tüm dünyaya yayılması arasında bir paralelliğinin de kurulması gerekir. En azından bu husustaki alakaların bulunup belgelendirilmesi icap eder. Evet; İngilizler 16. yüzyıldan sonra bir deniz ulusu haline geldiler. Ama bu beceriyi tek başlarına kazanmadılar. Bu başarıda iki bakımdan İskoçların yardımları önemli bir yer tuttu. Bu hususların ilki İskoçların İngilizlere göre daha denizci bir kavim olmaları ve bilhassa İskandinav ve dış adalardaki ticarette denizcilikten faydalanmalarıydı. Bu durum İskoçlara fevkalade bir meziyet kazandırdı. Çetin hava şartlarına dayanma ve onunla mücadele etme yetileri hep böyle böyle parlak bir hal aldı. Tabiat ve denizle beraber yaşama azmi İskoçları İngilizlerin ihtiyaç duydukları kaynağı oluşturdu. Ne yazık ki İngilizlerin Güneş Batmayan İmparatorluk olmasında bu katkı hep göz ardı edilmiştir. İkinci husus ise İskoçların uzak kuzey ülkeleri ile yaptıkları ama ne yazık ki dar bir kapsam içinde kalmaya mahkum ticaret yaşamlarıydı.
İskoçya’nın da görece fakirliği İngilizlerin kıta Avrupasına yakınlığını önemli hale getirdi. Toplumun ihtiyaç duyduğu sarf ürünlerine ulaşmaları gerekmekteydi ve bunu sağlamanın yegane yolu İngilizlerin üzerinde durdukları Kanal’dı. Elbette İskoçlar uzun mesafeler kat ederek hem İspanyol hem de Fransız müttefikleri ile temas ediyorlardı. Ama kuşkusuz bu yol hem uzun hem yorucu hem pahalı hem de tehlikeliydi. Oysa kısa yol İskoçlara İngilizlerin sömürge haline getirdiği piyasalar da dahil olmak üzere halkın ekonomik durumunu yükseltebilecekleri zengin bir ticaret piyasası imkanı tanıyordu. Keza, İskoçların İngiliz ekonomik yaşamına ve değerli mallarına kolay ulaşım ihtiyacını duydukları da açıktır.
Ortada psikolojik sebeplerin olduğundan da bahsetmek icap eder. Uzunca mücadelelerin yerini ortak tahtın alması önemli bir zihnî eşiğin aşılması olarak algılanmayı fazlasıyla hak etmektedir. Yukarıda da andığım üzere ortak tahtın mecburen tek bir kişide tecessüm etmesi zaten monarkların, dolayısıyla da kararların tek elden çıkmasına yol açmaktaydı. Haklı olarak yerel soylular ve yerel parlamentoların varlığını da hatırlamak gerekiyor. Ama İngiltere’nin Britanya adasının yanı sıra uzak sömürgelerinde de farklı bir güce eriştiğini unutmamalı. İspanyol ve Fransız donanmalarını yenmiş bir deniz kuvvetine sahip olan memlekette kararların tek elden alınmasının mecburiyeti yerel soylulara da er ya da geç zaten birleşme kararına saygı göstermeyi zorunlu kılacaktı. Merak edenlerin göreceği üzere zaten bazı soylular, özellikle İskoç soyluları birleşmeye karşı çıkmışlardı. Ama görece onlardan daha gerçekçi yaklaşan diğerleri ortak karar alma becerisindeki etkinliğe şapkalarını çıkarıp anlaşmayı onaylama yoluna gittiler. Bu selamlama, ortak yaşamın kendisiydi aslında.
Psikolojik diğer bir unsur ise Avrupa’daki milletler için çok önemli olan Kilise ve din meselesiydi. Avrupa’nın geri kalanında da derin izler bırakan mezhep taassubu yanında mezhep mücadelelerinden her iki ülke de payını almıştır. 8. Henry’nin ve ardıllarının İngiltere’ye nasıl bir miras bıraktıklarını tarihle uğraşan pek çok kişi az ya da çok bilir. Bu etki özellikle John Knox’la beraber bir aydınlanma olarak İskoçya’ya da sirayet etmiştir. Yerel bir kilisenin varlığı doğrudan milliyet ile alakalandırıldığından daha da önemliydi. Ama unutulmamalıdır ki İskoçya’nın milli kilisesi Protestan kökenliydi ve Katolik baskısı altında İngilizlerin düşünsel destekleri bu bakımdan hayatîydi. Zaten birlik için imzalanan anlaşmada kilisenin korunması ve özerkliği ayrıca bir madde olarak ele alınmıştır. Bu ayırım ve mesele Britanya söz konusu olduğunda her zaman hatırda tutulmalıdır.
Diğer bir konu ise İngilizlerin Avrupa’ya yapacakları açılımlarda kuzey sınırlarını güvence altına alma mecburiyetleridir. 13. yüzyıldan beri İngiltere’nin güvenlik açığı bu bölgeden kaynaklandığı için bu sorunun çözülmesi gündemi hep meşgul etmiştir. Konunun hukuken çözülmesi ise İngiltere’nin pek çok sorununun üstesinden gelmesine imkan tanımıştır. Bu genişlik hiç kuşkusuz zihnî bir konforu da beraberinde getirmiştir. Diğer yandan elbette İskoçya da her zaman kıta Avrupa’sında bir bağının olmasına özen göstermiştir. Tarihen bunun varlığını görüyoruz. Zira bu yaklaşım önemlidir.
Meşruiyet ise hem dönem hem de coğrafya itibariyle iki monarklığın da hak iddia etmeleriyle alakalıdır. Kendi tarihî varlıklarında meşruiyetleri ve kraliyetteki silsileleri bunu elbette mümkün kılmaktaydı, ama iki monarklığın da tek irade tarafından temsili meşruiyet bakımından birleşimi adeta zorunlu kıldı. O zaman için krallığın, iktidarı, temsili de zaten bunu gerektiriyordu.
Öyle sanıyorum ki Brexit’in etkilerini zaman içine yayılmış bir biçimde görmek mümkün olacak. Belki de gerçekten sanılandan daha da uzun bir süre alacak. Tarihe bakıldığında İskoçya’nın İngilizlerle olan politik ve fikrî mücadelelerinin, közlenmişse de, hiçbir zaman sona ermediği anlaşılıyor. Fasılalarla ve nitelikçe zaman zaman artmış, zaman zaman azalmışsa da mücadele heyecanı hiçbir zaman sona ermemiştir. İskoçların kendileriyle özdeşleşen coşkunlukları da buna eklenince durum biraz daha çetrefilleşebilir. Bununla beraber, tarihî anlamda beraberlik, hem İngilizler hem de İskoçlar için bir zorunluluk olmuştur. Bu zorunluluk, 1648 yılında imzalanan Westfalya Antlaşması ile bölgesel anlamda inşa edilmiş olan Avrupa hukuk zeminden doğmuştur. Öyle ki, bu zeminin zedelenmesiyle İskoçlarla İngilizlerin ayrılığının, kürsel anlamda, Fransız İhtilali’nden daha çetin sonuçlar doğuracağı kuvvetle muhtemeldir.