İslamcılık mutsuz bir melez görünümü verdiği için, üzerinde yürütülen tartışmalar da açıklıktan uzaktır. Çünkü İslamcılık, dinî dahası dinî bilgi görünümlü olsa da, gerçekte siyasi bir harekettir. Dolayısıyla siyasi bir hareket olarak reaksiyoner olduğunun unutulmamması gerekir. Her reaksiyon, reddedici ve savunmacıdır. Reddeder, çünkü bir bakıma rakip bir güçle başedip edememe sahnesine tanık olmuştur. Savunmacıdır, zira yenilgi stratejisine şahit olması, doğal olarak savunma refleksini bilemiştir.
İşte bu durum, tam olarak İslamcılıkla örtüşmektedir. Sekülerizim ve pozitivizm dalgasını reddederken, gizlice kendisi de bir tür ideoloji kisvesine bürünecek olmanın nüvelerini atmıştır başlangıçta. Öte yandan Müslümanlar, modernite kasırgasının amansız vuruşu karşısında, İslam düşüncesinin parlak dönemlerini sıkça ve vurgulu bir şekilde dile getirmek suretiyle, doğal olarak sendelemenin de etkisiyle, güçlü oldukları dönemlerin nostaljik büyüklüğünü daha da yüceltmek durumunda kalmışlardır ki, bu savunma refleksinden başka bir şey değildir.
İslamcı tefekkür, özellikle yeni Türkiye’nin başlangıcında nisbeten dinî bir entelektüalizm barındırıyor olsa da, bu derinlikli ve kendinden neşet eden, bütünlükçü ve kuşatıcı bir paradigmaya yaslanmamıştır. Daha çok mevcut seküler algıya alternatif geliştiremediği için, ona kendilerince İslamî kastümler hazırlamışlardır. Örneğin bilginin İslamileştirilmesi cereyanı, sözünü ettiğimiz makyaj ve kostüm sahnesinin adıdır. İlginç olan seküler okullarda ve laik eğitim politikalarıyla zihinlerin kodlanması rafa kaldırılıp veya unutulup, üretilen bilginin İslamî olduğu vurgusu yapılmıştır.
Ancak unutulan bir başka boyut ise, geçmişin şimdi gibi hatırlanmak istenmesidir. İslamcılığın tam da İslamcılık olarak zuhur ettiği dönem ve halihazır şimdilerdeki Müslüman ethosu, yani ahlakı ve geneneği dahası aydın tavrı aynı değildir. Elbette başlangıçta da bir kriz döneminde varlık göstermişlerdi; yakın dönemde yeniden tartışmaya konu olmaları da yine benzer bir krizin alametidir. Çünkü Osmanlı’nın bakiyesi ile beslenen ilk İslamcılar daha donanımlı idi. Şimdiki İslamcılık anlatısının değişen dünya ile değişmesi beklenir; ancak gün geçtikçe daha çok statüko ve güç etrafında çöreklenmeye başlaması dikkatten kaçmamaktadır.
Esasında asıl sorun, İslamcılık sorunu değil; yaşanmayan İslam sorunudur. Zira nasıl ki yaşanmayan İslam'dan İslam sanatının çıkmasını bekleyemeyiz; aynı şekilde derinlikli bir İslam düşüncesi ve entelektüalizmi çıkmasını da beklemek nâfile olur. Çünkü sanat ve düşünce yaşantının ve devinen hayatın uzanmak istediği hayali ve ufku doldurma çabasıdır. Dolayısıyla mevcut haldeki yapılanlar daha çok nostaljik arkolojiye benzemektedir. Bunu kabul edersek, dahası İslam’ı yaşamaya dair talep ve isteklilik artarsa, İslam medeniyetinin yükselişinden bahsetmeye başlayabiliriz. Doğal olarak da İslam düşüncesi ve sanatı bu havzada, neşvü nema bulacaktır.
İbn Haldun’un dediğini ödünç alırsak, İslam medeniyeti de, bu dinin yaşandığı şehirleşmelerden geçecektir. Ancak seküler kentlerin kapitalist ve sözde Müslümanlarından derinlikli bir medeniyet beklemek ve İslamcılık tartışması yapmak boşlukta kalmaktadır. Önce ‘hadari İslam kentleri var mı?’ sorusunu açıklıkla sorup, duruşumuzu belirlememiz gerekir.
Belki de en dramatik çıkmaz, bu sokaktır. Ancak biz sorunu yok gibi görüp, İslam caddesi aramaya kalkışırsak, kültürel ve bireysel şizoid tavırlar sergileriz. Kısacası muhitsiz öz tartışması, kısır döngüye mahkûmdur. Başka bir ülkede, başka bir muhitte yerliliğin önemini ele almak ne kadar anlamsızsa, halihazırda devam eden çarkta da, İslamcılık tartışmak çok isabetli değildir.
Başlangıçta İslamcılar anlatılarıyla yeni modern neslin kültürel dokusuna nüfuz edip, onların kişiliklerini kendi ülküleriyle işleyebileceklerini varsaydılar. Ancak binilen araç buna hiç de izin vermiyordu. İslamcılık tartışmasında buradaki hızlı ama serencamlı geçiş unutulmamalıdır. Zira İslamcılık, devrimden önceki din kaynaklı yapılanmayı sürdürmek ister. Oysa yeni nesil, ayrı bir dilin ve modern Türkiye’nin çocuklarıdır. Âsım’ın neslinin hayali Doğu, atmosferi Batı’dır. Bu gerilim, göz ardı edilemez. Doğal olarak yeni nesil, kendilerine aşılanan anlatıyı, öykünmeci bir savunu içinde, ezbere sürdürmek zorunda kalmışlardır.
Bu gerilimli strateji, çoğu zaman travmatik benlikleri tetiklemiştir. Bu yaralı bilinçleri ve toplumsal parçalanmayı şüphesiz, ben idrakinin giderek zayıflaması beslemiştir. Ben idraki ortak tecrübe alanı ya da hayat dünyası diyebileceğimiz örüntü içinde var olur. Ancak eğreti, özentili ve kendini öteleyen bir ortamda güçlü ben idrakleri oluşamazdı.
Ben idrakinin zayıflaması veya yaralı benliklerin çoğalması hem seküler hem de İslami kimliğe sahip çıkanlar için söz konusuysa, burada durmamız ve üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Asıl sorun bu yaralı kimliklerden ve zayıf ben idraklerinden, güçlü ve derinlikli İslamcılık tefekkürü üretmelerini beklememizdir. Bir diğer sorun ise, adresi yanlış yerde aramaktır. Çünkü islamcılık siyasi bir reaksiyon olarak başlayıp, şimdi de varlığından söz ediyorsak yine aynı minvaldedir. Ancak biz bu ibreyi kaçırıp, siyasi tavır erenasanında derin bir düşünsel düzlem arayışımız boşunadır. Başlangıçta da siyasi olduğu için, doğası gereği maskeli ve manipülasyona açıktı.
Doğal olarak, vücuda geldiği gibi şimdi de farklı değildir.
Bir başka sorunlu bölge ise, fazla nostaljidir. Bu da realiteyle bağların kopuk olduğunu açık etmektedir.İlk İslamcılardan şimdiye kadar neredeyse bir asır geçti, ancak aynı hayali canlı tutarmış gibi tavır almak sağlıksız bir profildir. Bu da kavram üretmediğimiz gibi, yaşantımızın da tekdüze ve değişikliğe kapalı olduğunu göstermektedir. Belki de, eskide yaşam hayali daha konforlu gelmektedir.