[21.4.2019] Güncel siyasetten çıkacağım, çıkabilirim sanıyordum. Bir türlü çıkamıyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “demiri soğutmak”tan söz etmişti. Dün (Cumartesi) Devlet Bahçeli bir konuşma yaptı, MHP’nin “İl Başkanları ve Belediye Başkanları Toplantısı”nda. Özetle hayır, soğutturmayacağım diyor. Tam metnini “İstanbul’da seçimin yenilenmesi maşerî vicdanı rahatlatacaktır” başlığı altında, CNN’de ve diğer web sitelerinde bulabilirsiniz. Fakat bence seçim faslına takılmak yanlış; dikkatle okuduğunuzda görüyorsunuz ki Bahçeli’nin asıl derdi başka. Sözlerinin şaşırtıcı derecede uzun bir bölümünü (çeşitli biçimlerde hakaret ettiği) Fehmi Koru’ya ayırmış. Çünkü fevkalâde sinirlenmiş, Fehmi Koru’nun Cumhur İttifakı’ndan AKP’nin değil MHP’nin yararlandığına, zira bir kısım AK Parti oylarının MHP’ye kaydığına parmak basmasına. Çok şiddetle bağırıyor, asla böyle bir şey olmadı diye. Âşikâr ki bu tür tesbitlerin yaygınlaşıp şu iç muhasebe döneminde AKP’yi etkilemesinden korkuyor. Cumhur İttifakı’nı ne bozabilir? İşte bu bozabilir. Onun için de muhalefete aynen seçim kampanyasının diliyle saldırıyor, “beka”nın bütün boyutlarını sayıp döküyor ve “demiri alabildiğine kızgın” tutmaya çalışıyor. (Ha, bu arada, özel bir mücevher, bir Faberge yumurtası da saklı, Bahçeli’nin konuşmasının derinliklerinde. Bir noktada, MHP’nin aldığını iddia ettiği yüzde 18.81 oyu 1881’e ve dolayısıyla Atatürk’ün doğum yılına eşitleyiveriyor. Böylece kabalistik hesap alanında temayüz edip, Ali İhsan Yavuz’un zekâ ve yaratıcılık düzeyine yaklaşıyor.)
Fakat tabii “demiri soğutmak” açısından başka engeller da var, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önünde. Sırf kendisine başkanlık sistemini her nedense ansızın bir tepsi içinde sunan (ve şimdi belki de bedelini tahsil etmeye koyulan) baş müttefikinden değil, doğrudan doğruya kendi ekibi ve medyasından geliyor. Öyle bir havaya girdiler ki son dört, üç, iki, bir yılda, oradan dönmeleri artık çok zor. Topyekûn saldırı dışında bir propaganda ve mücadele tarzı bilmiyorlar artık. Buna formatlandılar; kültür ve zihniyet açısından çok net bir “patika bağımlılığı” (path dependency) yaratıldı. Öyle ki, mesleklerindeki ilk adımlarını, bir zamanlar nasıl biraz başka tür gazeteci ve televizyoncu olduklarını hatırladıklarını dahi sanmıyorum.
Örneğin, adını vermemi kendisine iltifat olarak anlayabilecek bir “gyy”nin son marifeti var önümüzde. Hatırlarsınız, birkaç yıl önce AKP’nin küstürdüklerine nereden vurayım derken, Hrant Dink’i en yakın arkadaşı Etyen Mahcupyan’ın öldürtmüş olabileceğini birkaç gün boyunca manşete çıkarmıştı. Daha yakınlarda, 19 Mart Salı gecesi gene adını vermeyeceğim bir televizyon kanalındaki programına Ekrem İmamoğlu’nu çıkarıp sürekli tâciz etmiş, ama bozguna uğrayıp belki de 14,000 oy farkın oluşmasına hiç istemediği bir katkıda bulunmuştu (bkz bu sitede, 25 Mart tarihli Böyle bir medya, böyle bir Türkiye yazım).
Şimdi lütfen, nasıl vazgeçsin bu “sayın gyy vatandaş” (12 Mart rejiminin ikide bir radyodan çağrıda bulunduğu “sayın muhbir vatandaş” misali), yıllardır alıştığı, varlık nedeni haline gelen, uğrunda başka herşeyi unuttuğu ve hani “on satırlık bir doğru haber, gerçek haber, dürüst haber yaz” dense onu da beceremeyeceği mecradan? Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin; kendilerinden bunu talep etmek son derece haksız ve insafsız olmaz mı? Nitekim dökmüşler ellerinin olanca hünerini gene ortaya. Bugün “MUTLU MUSUN EKREM” manşetini çekmişler büyük puntolarla, altı sütun üstüne. Ekrem İmamoğlu’nun “teröristleri cesaretlendirme”siyle Irak sınırında PKK’nın öldürdüğü dört şehit arasında bir bağlantı kuruyorlar. Bu da herhalde 19 Mart gecesi tv programının devamı oluyor.
Fakat benim de tıkandığım, izahını bulamadığım şeyler var kuşkusuz. Örneğin bir bakanın tavrı ve konuşması duruyor önümüzde. Aynen şöyle diyor, gene bugün (21 Nisan), defalarca seyrettiğim basın toplantısında:
“Başka bir şey söyleyeyim: Valilere müsteşarımız üzerinden böyle bir talimat gönderdim. ‘CHP il başkanlarını bundan böyle şehit cenazelerinde protokole kabul etmeyin’ dedim. Onların gideceği bir adres var. O adresi de onlara göstereceğiz. Onların gideceği adres şurasıdır: PKK terör örgütü mensuplarının cenazeleri var, biz onları çok kısıtlı kaldırttırıyoruz, o leşleri. Onlara bir kişilik kontenjan orada ayırttıracağız. Sandıkta beraberlerse cenazede de beraber olacaklar.”
Gayri ihtiyarî yutkunuyorum. Bu cümlelerin sahibi, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu. Ülkenin güvenliğinden sorumlu. Bütün vatandaşlara kanun önünde eşit muamele yapılmasını gözetmekle mükellef. Öte yandan, kendisi bir partiye mensup. O parti, seçim propagandasını büyük ölçüde PKK = HDP = CHP = TERÖR denklemine dayandırmış. Sayın Soylu bunu tamamen içselleştirmiş, ki olabilir. Neredeyse mahkeme kararı gibi kabul etmiş. Ama bununla kalmıyor. İçişleri Bakanı sıfatıyla, teşkilâtına kamusal alanda protokolün bu doğrultuda düzenlenmesini emrediyor. İşte bunu ve ayrıca kullandığı dili, sözlerinin kalanını, “leşler” ve “cenazede beraber olsunlar” ifadelerini açıklamaktan tamamen âciz kalıyorum. Biri bana anlatsın, ne olur. Gerçi bu anlatma hangi şekle bürünür, bilemem. Korkmuyor da değilim. Ama gerçekten anlamaya muhtacım.
Bari şunu da ekleyeyim; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’da uğradığı saldırı gerek bu konuşmanın, gerekse söz konusu gazete manşetinin üzerine geldi. Gelmeyebilirdi de; illâ bu yüzden oldu diyecek durumda değilim. Ben doğrudan doğruya içeriğe, ekibin ve medyanın ne yönde gittiğine bakıyorum. Bu bağlamda şu küçük detay da anlamlı belki: İslâmî kesimden, Habertürk’te yazan Nihal Bengisu Karaca saldırıyı kınayanlardan biri oldu. Attığı tweet’te, muhalefete karşı giderek mütecaviz bir dil kullanılmasını da eleştirdi; bu konuda geçmişteki “uyarı”larından söz etti. Ve aslında çok tecrübeli, geçmişte hayli saygın, ama bu sefer belki o eski saygımdan ötürü ismini anmak istemediğim bir başka medyacıdan şu cevabı aldı:
“Geçiniz…Bu lâfları gerçekten geçiniz… Bunlar yere ve zamana, emperyalizmin işaret ettiklerine göre söylenen lâflardır [Bengisu Karaca’nın, emperyalizmin emriyle yazdığını kastediyor — HB]. Ne uyarısı… Beka mücadelesi veriyoruz… Millet olarak…”
Buna göre, Kılıçdaroğlu’na yumruk atmak emperyalizmle mücadele kategorisine mi giriyor? Kınamak da emperyalizmle saf tutmak? Peki, “demiri soğutmak” nasıl mümkün olacak bu koşullarda? Hangi birlik ve beraberlik içinde, nereye yol alacağız?