Aşağıdaki fikirleri ne zamandır evirip çeviriyordum kafamda. İçimde biriken şeyler vardı; geçenlerde (geçenlerde dediysem, belki bir ay önce) üniversitedeki bir öğle yemeğinde ilk defa dışarı vurdum. Beş altı kişi bir aradaydık; lâf seçimlerden, Mahçupyan’ın Başbakan Başdanışmanlığından ve Esayan’ın AKP’den adaylığından açıldı. Birimiz, laik çevrelerde nereye gitse Etyen ve Markar’ın “yalakalığı” muhabbetiyle karşılaştığını söyledi de, (tabii aktaran arkadaşıma değil) gıyaplarında o geyiklere patladım. Şimdi, geçen günkü Rahatsızlık, şüphecilik, bağımsızlık, yalnızlık yazımdaki “Türkiye bundan böyle AKP’ye karşı oy kullanan (laik) kesimin değişip gelişmesi yoluyla değil, AKP’ye oy veren (dindar, Müslüman) kesimin değişip gelişmesi yoluyla ilerleyecek” cümlesi tekrar hatırlamama vesile oldu. Dolayısıyla isterseniz bundan sonraki her şeyi o tesbite bir dipnot olarak okuyun.
“Sahte Ermenilik” ve “ırkına ihanet” saldırıları
Bu düşünce silsilesinin ucu biraz gerilere gidiyor; en azından 2014 Ağustos’una dayanıyor. O tarihte ansızın iğrenç bir kampanya açılmıştı bu iki Ermeni-Türk aydını hakkında. (1) Her nedense, o zamandan beri pek esamesi okunmayan, gerçek kimliği de netlik kazanmayan, internette kullandığı “Harfvolver” imzasıyla müsemma bir tetikçi, Etyen’i “Hidayet”likle (yani Abdülhamit dönemindeki gibi hafiyelik, gizli polis ajanlığıyla) suçlayan korkunç bir yazı yazmış; (2) maalesef Agos gazetesini kuşatıp Hrant zamanındaki rayından çıkararak Ermeni sorununu anti-AKP bir solculuk mecrasına oturtmaya angaje birkaç Beyaz Türk aydını ile doğrudan en koyu Cemaatçi kesilmiş bir diğeri, bu “şey”in üzerine atlayıp bütün sosyal medya kanallarından yaymaya koyulmuş; (3) “bunlar gerçek Ermeni değil” türü garip lâflar dolaşmış; (4) artık tamamen paralel yapının kontrolüne girmiş bulunan Taraf’taki boşalmış köşelerde yazan iki genç ham ervahtan biri Etyen’e “dilini eşek arısı soksun” derken, (5) aynı kafadaki diğeri de tümüyle saçmalayıp Etyen’i ve Markar’ı “ırklarına ihanet”le suçlamıştı.
O vakit peş peşe iki yazı yazmıştım, bütün bu muhakeme yoksunluklarına karşı: (a) Üçünün de altına imzamı atarım (28 Ağustos 2014); (b) Etyen “anti-azınlık”mı? (Hrant da öyle miydi?) (31 Ağustos). Esas itibariyle şunları sormuştum: Bir kere, Ermeni sorununda tarihsel bakımdan ve bugün baş düşman AKP mi ki bütün Ermeniler illâ AKP’ye karşı tavır almak zorunda olsun? İkincisi, etnik-dinî bakımdan Ermeni kökenli olmak değişmez ve belirleyici bir “öz” mü ki, her nasılsa bütün Ermenileri bu insanların anladığı anlamda “sol”da yer almaya mecbur kılsın?
Normalleşen siyasetin yeni tercih yelpazesini kaldıramamak
Şimdi açmak istediğim, bunlardan özellikle ikinci sorgulama çizgisi. Türkiye’yi bırakalım; daha soyut düşünelim. Normal bir ülkede, normal politika koşullarında, siyaset sahnesinde sosyalist, yeşil, liberal ve görece muhafazakâr partiler yer alır. Bir kısmı sağ ve merkez-sağ, bir kısmı sol ve merkez-sol konumlara oturur. Keza pek çok ülkede, belki kurucu ağırlığa sahip bir etnik-dinî kesimin yanı sıra, başka bir dizi etnik-dinî kesim ve kimlik de gözlenebilir. Bunlardan bir kısmı, aslında “en eski”lerken (Kürtler, Ermeniler, Avustralya aborijinleri, “Kızılderili” denen Amerika yerlileri) o hâkim kurucu kesim tarafından nice temizlik ve tasfiyelere uğratılmış; diğer bir kısmı ise ister köle ticareti (Afrika kökenli siyahlar), ister göç (İngiltere’deki Hintli, Pakistanlı ve Karayipliler, Avrupa’daki Türkler ve Araplar) ve iltica yoluyla (Avrupa’daki Kürtler) “sonradan” gelip de bu bağlamda çeşitli ayırımcılık ve mağduriyetlere maruz bırakılmış olabilir.
Birinci problem şu: bu tür konum ve tarihsel arkaplanlar, söz konusu grupların mutlaka yeknesak bir şekilde tek bir (faraza sol veya merkez-sol) partiyi tercih etmelerini mi gerektirir? Yoksa, geçmiş bir yana, doğrudan doğruya güncel koşul, program, platform ve mevzilenmeler temelinde, tercihlerini daha esnek bir yelpazeye yaymaları da mümkün müdür? Orta ve Güney Amerika’da, diyelim Brezilya ve Karayiplerde, istisnasız bütün siyahlar her zaman görece sol partilere mi oy verir? ABD’de bile, etnik-dinî aidiyetleri enlemesine kesen ideo-politik perspektifler temelinde, hiç mi Cumhuriyetçi çıkmaz Yerli Amerikalı (kızılderili), Afrikalı Amerikalı (siyah), Asyalı Amerikalı (Hint, Çin, Japon Kore kökenli) veya Hispanik demografilerden? (Biraz soruşturdum; Kübalı mülteciler yüzde 90, bir bütün olarak Hispanikler belki yüzde 40 oranında Cumhuriyetçi Parti’ye oy veriyormuş. Türk diasporasının dağılımı nasıl acaba? Cumhuriyetçilerin çokkültürlülük karşısındaki toleranssızlığına karşın, sırf Ermeni sorunundaki, “jeopolitik” gerekçelerden kaynaklanan görece “Türk yanlısı” tavırları nedeniyle, hele Batı kıyısında epeyi GOP yanlısı Türk olmalı.) Avrupa’ya geçelim; İngiltere’de kalabalık bir Hintli-Pakistanlı nüfus var, bir zamanların “üzerinde güneş batmayan” Britanya İmparatorluğu’nun periferisinden merkezine göçmüş (Karayiplerden gelenler de dahil). Onyıllar geçmiş; hayatın her alanında yer tutmuşlar. Sanıyor musunuz ki politikaya sadece İşçi Partisi’nden katılır, Thatcher veya Cameron’ları zerrece desteklemez de yalnızca Blair, Brown veya Miliband’lara bağış ve oy verirler? Keza, Avrupa’daki Türk diasporasının üçüncü, dördüncü, belki beşinci kuşakları, kâh Hollanfa’da, kâh Fransa’da, kâh Almanya’da, kâh İsveç, Norveç ve Danimarka’da, yüzde yüz Yeşiller veya Sosyal Demokratlarla mı özdeşleştireceklerdir kendilerini? Bu tür sol anlayışları artık aşınmış ve aşılmış bulup, (yabancı düşmanlığı gütmemek koşuluyla) daha merkez-sağ partileri benimseyen, onlardan aday olup ilk ağızda şehir veya eyalet yönetimlerine giren hiç çıkmaz ve ilelebet çıkmayacak mıdır?
Ya hiç kimse yalaka değil, ya da herkes yalaka
Asıl mesele şu; çıkar veya çıkmaz, ya da hangi oranda çıkar, orası ayrı mesele — ama “bunlar gerçek siyah veya gerçek Hispanik veya gerçek Çinli veya gerçek Paki veya gerçek Türk değil” ya da “ırklarına/milletlerine ihanet ediyorlar” diye bir söylemin, olağan ABD veya Avrupa siyasetinde yeri olur mu acaba?
Buna bağlı olarak, faraza bir Afrikalı Amerikalının veya Hispaniğin Cumhuriyetçi Parti içinde, ya da Pakistan kökenli bir İngiliz vatandaşının Muhafazakâr Parti içinde, ya da dördüncü-beşinci kuşak bir Alamancının Hıristiyan Demokratlar içinde tutunup yükselmesini “yalaka”lığa bağlayan çıkar mı? Nedir alt tarafı, herhangi bir bireyin şu veya bu siyasal parti ile ilişkisi? Her durumda, o partinin dünya görüşünü, tüzüğü ve programını, belli başlı politikalarını şu veya bu ölçüde benimseyip savunmayı içerir mi, içermez mi? Bir partiye muhalif olup da katılmak ve içinde yükselmek diye bir yol, bir patika, bir pratik olabilir mi yeryüzünde? Olamayacağına göre… Neden faraza CHP’ye katılan ve hattâ CHP’den aday olan kişilerin (ve bu arada Ermenilerin), ya da HDP’ye katılan ve hattâ HDP’den aday olan (veya aday olmayı özleyen) kişilerin (ve bu arada Ermenilerin) ister o ister bu partiyi benimseyiş biçimleri “yalakalık değil”dir de özel olarak Etyen Mahçupyan veya Markar Esayan’ın AKP içinde veya etrafında siyaset yapmak istemeleri “yalakalıktır”; biri bana bunu izah edebilir mi? Örneğin Ertuğrul Kürkçü’nün veya Figen Yüksekdağ’ın veya bundan bir süre önce attığı bir tweet’te HDP’den aday gösterilmekten onur duyacağını açıklayan Hayko Bağdat’ın kendi özgür iradeleriyle destek verdikleri bu partiyle ilişkileri (elbette) “yalakalık değil”dir de, “yalakalık” niçin başka bazı aydınların gene kendi özgür iradeleri sonucu AKP ile kurdukları politik ilişkiye inhisar etmektedir? Etyen veya Markar, ne yapmışlardır, Türkiye için en iyi tercihin şu şu şu nedenlerle AKP olduğunu savunmak dışında? Sanırım başlı başına incelenmesi gereken bir fenomendir, yüz elli yıllık sosyalizm projesinin tamamında ve ayrıca Türkiye’deki özel serüvenlerinin her adımında topyekûn başarısız olmuş solcuların, gene de “biz ahlâken üstünüz” ve “küçük dünyaları biz yarattık” türü, alabildiğine hakedilmemiş bir benmerkezci kibirden bir türlü vazgeçememesi. Diyelim ki AKP muhafazakârdır, merkez-sağdır. Merkez-sağ bir parti olarak AKP’yi desteklemenin “yalakalık” olarak nitelenmesi, işte o alabildiğine dar ve taş kafalı, zaten hep bu yüzden kaybetmiş solculuğun zavallı kibri ve mağlup nefretinden başka nedir?
Kaldı ki, AKP Türkiye’nin sağı mı acaba?
Şimdi gelelim ikinci ve çok daha önemli probleme. Buraya kadar yazdıklarımda, AKP’nin merkez-sağ, karşıtlarının ise merkez-sol olduğu varsayımını tartışmadım hiç. Bir ilk kestirim olarak, öylece kabul ettim. Dolayısıyla, Fransız Devrimi sonrasında ve 19. yüzyıl boyunca gelişip 20. yüzyılın büyük bölümüne de intikal eden klasik sağ-sol ıskalasını da olduğu gibi kabul etmiş oldum aslında. Oysa günümüzde bu son derece tartışmalı bir varsayım. Tarihin yönü diye bir varsayım kalmadı; buna dayalı ilericilik-gericilik ayırımı kalmadı; emek ve işçi sınıfı eksenli bir “sosyal politika” da (social politics) kalmadı. Bu koşullarda sağ-sol ayırımı nasıl yapılır; ya da merkez-sağ gene yirmi otuz yıl öncesine kadar bildiğimiz merkez-sağ ve merkez-sol da gene yirmi otuz yıl öncesine kadar bildiğimiz merkez-sol mudur; çok ama çok şüpheliyim doğrusu.
Daha açıkçası, önümüzde eski kavramlarla nasıl yorumlayacağımızı, nereye koyacağımızı bilemediğimiz, 2002’den bu yana Türkiye’nin her bakımdan gelişmesi, ilerlemesi ve demokratikleşmesinde başrolü AKP’nin oynamış olması gerçeği duruyor. Gelin Marksist terimlerle konuşalım bu olguyu. Kemalist Devrim olmuş ve belirli bir laik cumhuriyet üstyapısı doğmuştu. Diyelim ki bu üstyapı, bir süre üretici güçleri ve üretim ilişkileriyle altyapının ve bütün toplumun gelişmesine hizmet etti. Ama bir süre sonra, artık gericileşti ve daha fazla gelişmenin önünde bir engele dönüştü. Bu engel de, yeni dinamiklerin taşıyıcılığını üstlenen bir siyasî partinin (demokratik) mücadelesiyle kaldırıldı, kaldırılıyor. Toplumun ihtiyacına daha fazla cevap veren yeni üstyapıların kurulması sancıları yaşanıyor… Tutun ki bu, sadece olası bir yorumdur. Bu şekliyle dahi, üzerinde düşünmeyi gerektirmez mi acaba?
Kim durağan, kim dinamik; bugün halkı nerede bulmalı?
Bir de şöyle bakmayı deneyin isterseniz. Aslında Türk solunun bütün tarihi, kendisi küçük ve zayıf olduğu için, başka ve daha büyük güçlere bir tür danışmanlık yapmak, onlara yol göstermek ve ilerletmeye çalışmakla geçti. Bu çerçevede, bazı elit aydınların payına, (sırf halka değil) solun şu veya bu kesimine (de) kültür ve uygarlık götürme alt-misyonları düştü. Kadro’cular 1930’lar CHP’sini adam etmeye çalıştılar, örneğin. 1960’lar ve 70’lerde sol kırk fraksiyona ayrışıp parçalanırken de, en azından bazı fraksiyonların vitrininde özel bazı aydınlar yer aldı, kâh Oğuzhan Müftüoğlu’na, kâh Doğu Perinçek’e medeniyet taşımaya uğraşan. Bazen niyetleri, bazen nesnel konumları buydu. Tam bir patetik yanlış bilinç (false consciousness) örneğiydi kuşkusuz. Ama bırakalım, bu çabaların bugün çok sırıtan abesliği ve komikliğini. Bırakalım, “ya göl yoğurt tutarsa” misali tamamen boşa harcanmış emekleri. Hepsinin temelinde, Türkiye’nin İttihatçılığın ve sonra Kemalizmin yarattığı sol-laik kesim (= bizim mahalle) üzerinden gelişme ve ilerlemeyi sürdüreceği; dolayısıyla sosyalist solu fraksiyon fraksiyon da olsa ve birazcık da olsa geliştirme ve ilerletmenin bu genel amaca (= tarihin ana mecrası ve doğrultusuna) hizmet edeceği inancı yatıyordu.
Oysa bugün başka birçok şeyle birlikte bu temel inanç da çökmüş, hiçbir gerçekçi temeli kalmamış bulunuyor. Belki daha 1970’lerden itibaren, ya da en geç 1980’ler ve 90’larda, bir an geldi, Türkiye’nin (faraza CHP mahallesiyle belirlenen) sol-laik kesimini ilerletip dönüştürmenin, o kesime danışmanlık ve yol göstericilik yapmak suretiyle herhangi bir olumlu sonuç elde etmenin mümkün olmadığı ortaya çıktı. Buna karşılık (faraza AKP mahallesiyle belirlenen) dindar-Müslüman kesimde başka türlü bir canlılık ve dinamizm baş gösterdi. Bence bunu en net Etyen Mahçupyan gördü, bütün aydın kesim içinde. Murat Belge de çok şey öğretmeye çalıştı sol kesime, 1970’lerden başlayarak. Ama Murat’ın söyledikleri daha çok din ve İslamiyetle ilişkisi içinde solu demokratlaştırmakla; Kemalist din düşmanlığından ve bu şekilde tanımlanmış bir ilericilik anlayışından arınmayı sola anlatmaya çalışmakla ilgiliydi (sanırım). Etyen ise bunun ötesine geçip, yeni toplum sözleşmelerine gebe ilerici dönüşümlerin daha çok Müslüman-dindar kesimden beklenmesi ve eğer gene bir tür danışmanlık yapılacaksa daha çok o kesime yapılması gerektiği sonucuna vardı.
AKP yüz yıllık İttihatçı-Kemalist gelenekten çok temel bir kopuş olduğu gibi, Etyen ve Markar’ların tavır ve duruşu da çok radikal, epistemolojik bir kopuştur. Siyasette alışılmış “negatif aydın, redçi aydın” kalıplarını kıran yeni, daha görüşmeci, daha pazarlıkçı olanak ve olasılıkların doğmasıdır. (Bunu Çin ve Peter Hessler örneğinden giderek ayrıca açacağım.) Sol bu tavır ve duruşta kendi değersizliğini, eskimiş ve çirkinleşmişliğini, tercih edilmezliğini, moral hegemonyasının ve duygusal-düşünsel şantaj yoluyla zaptetme gücünün kalmayışını gördüğü için çıldırıyor. Diş geçiremediklerinin yadırganması, aşağılanması, “ırklarına ihanet”e varıncaya kadar en zırva hakaretlere maruz bırakılması, hep bu reaksiyondan kaynaklanıyor.