[23 Ağustos 2016] El Pais’in soruları, ister tarihsel gerçeklik boyutuyla, ister bu gerçekliği kuşatıp sarmalayan politik yaklaşımlarıyla — “soykırımı tanımama siyasası” (genocide denial politics) ile “soykırımı kabul ettirme siyasası”nın (genocide recognition politics) karşıtlığı ve içiçeliği itibariyle — Ermeni soykırımı hakkında yıllardır düşünüp söylediklerimi bir kere daha toparlamama olanak verdi. Yalnız bir nokta var ki, hiç sorulmadığı için bu cevapların içinde bir yere sıkıştırmak haksızlık olurdu, ama mutlaka parmak basılması da gerekiyor: solculaşmanın (ya da solcuların — dar anlamda solcuların, özel bir solcu tipinin — eline kalmanın) 1915 gerçekliğiyle yüzleşme çabaları açısından olumsuz sonuçları.
Bu konu, moderniteye ilişkin daha genel bir bağlama da oturmakta. 19. yüzyıla kadar tarihte bilinç, daha doğrusu kasıt faktörü görece zayıftı. Belirli aktörler görece küçük ölçeklerde, görece sınırlı hedefler peşinde koşuyordu. Öznel vizyonları da buna uygundu. Derken kapitalizm lokal süreçleri giderek daha fazla birbirine bağladı; dünya pazarı (ekonomisi) diye bir şey yarattı; farklı ipliklerden bir ağ ördü; bütün bir dünya ve bütün bir insanlık kavramlarına gerçeklik kazandırdı. Hem dünya tarihi diye bir alan açıldı, hem de Vico’dan Hegel’e bir “tarih felsefesi” (tekrar) vücut buldu. Dünyanın nereden nereye gittiğini total olarak açıklamayı amaçladı. Marx (ve Engels) bunun üzerine atladı. İdealizmin yerine materyalizmi geçirmek suretiyle doğru açıklamayı biz bulduk dediler. Geçmişin verilerinden türettikleri “gelişme yasaları”nı geleceğe uyarlamaya kalktılar. Birkaç mantık sıçramasından daha geçerek, insanlığın önünde (mutlaka) kapitalizmi yıkacak bir işçi sınıfı devriminin ve sonra sosyalizmin yattığını savundular.
Yığınla problemden sadece biri şu ki, bunu hem insan bilincinden bağımsız bir nesnellik gibi gösterdiler. Hem de bu “gerçeği” kavramış bir “bilinci,” işçi sınıfı eyleminin (giderek, partisinin) olmazsa olmazı saydılar. Öncelikle “bilimsel” bir kaçınılmazlık! Ama siz inanırsanız, daha da kaçınılmaz olacak!! Örneğin Plehanov Tarihte Bireyin Rolü’nde meseleyi tam böyle koydu. “Özgür irade” ile “zorunluluk” (determinizm) arasındaki çelişkiyi çözdüğünü, ikisini birleştirmeyi başardığını zannetti. Neyin “zorunlu” olduğunu anlar ve “özgür iradem”le ona katılırsam, o “zorunluluk” daha hızlı ve kolay gerçekleşecek… Aslında bu, enikonu bir hokkabazlıktı. Bir durup düşünürsek, (19. yüzyıl sonlarında) sosyalist devrimin de, sosyalist düzen veya sistemin de zorunlu olduğunun hiçbir ampirik kanıtı yoktu ortada. Ancak biz yaparsak, yapabilirsek, varımızı yoğumuzu ortaya koyarsak, belki ortaya çıkacak sonuca “gördünüz mü, işte zorunluluğun tecellisi” denecekti. Nitekim (binbir kaza ve tesadüfün ürünü olan) 1917 Ekim Devrimi, işte böyle yorumlandı, bilhassa Sovyet Marksizmi tarafından. Marx’ın öngörüsünün; kapitalizmin hareket yasalarına ve kaçınılmaz çöküşüne ilişkin tahlilinin zaferi sayıldı.
Oysa bütün gösterdiği, böyle bir teoriye yaslanan bir partinin, yıllar yıllar boyu inancını muhafaza edip hedef kitlesi olarak tanımladığı emekçilere (ve emekçi kökenli askerlere) gitmekte ısrar ettiği takdirde, (çok büyük bir ülke ile bir dünya savaşının bir araya gelmesi gibi) olağanüstü koşullarda belki eşsiz bir fırsatı yakalayıp iktidarı zorla ele geçirebileceği ve koruyabileceğiydi. Başka bir deyişle, (spesifik bir) teorinin içeriğinin doğruluğunu değil, (genel olarak) teorinin maddî bir güce dönüşme potansiyelini yansıtıyordu (ki aynı şey, zafer yıllarında İtalya’da Faşizm, Almanya’da Nazizm için de pekâlâ söylenebilir/di). Öyle veya böyle; Marksizmle ve sonra Sovyet Devrimiyle sübjektif boyut, değişik ve eskisinden çok daha masif bir biçimde girdi insanlık tarihine. Tarihin yönüne ilişkin bir Büyük Anlatı oluştu. Bu Büyük Anlatı, yer yer kendi kendini doğrulayan bir kehanet niteliğine büründü. Dolayısıyla determinizm kisvesi altında volontarizme, iradeciliğe geniş bir alan açıldı. “Devrimler kimse istediği için olmaz” türü, ancak yarım-doğru materyalist muhalefet şerhlerine karşın, tarihin akışını (yanlış bilinç, false consciousness dahil) bilinç ve kasıt boyutlarının yüzde yüz dışında gibi tasavvur etmek imkânsız hale geldi.
Bu bilinç abartısının — isterseniz, komünist partilerde somutlanan “bilinç hegemonyası”nın diyelim — çok başka sonuçları da oldu. Marksizmi bir an için devreden çıkarın, koyun bir kenara. Tabii kapitalizm de dahil insanlığın tarihsel gelişmesinin ortaya çıkardığı yığınla sorun vardı (ve var), 19’uncu, sonra 20’nci, sonra 21’inci yüzyılda. İşçi sınıfının yaşama ve çalışma koşulları; kentleşme, konut ve altyapı; evlilik ve aile; kadın-erkek eşitsizliği; okullaşma ve eğitim; doğa ve çevre; kolnyalizm ve emperyalizm; milliyetçilik ve ırkçılık… Saymakla bitmez. Her biri kendi içinde büyük bir süreç-dâvâydı ve gene her biri, bir dizi ülkede kendi içinden somut kamusal dâvâlar doğurdu (Fransa’da militarizm ve anti-Semitizm ile Dreyfus Vakası arasındaki ilişki, bunun basit bir örneğini oluşturur).
Siyasette ve kamusal alanda bir yaklaşım, böyle her meseleyi kendi ölçüleri içinde ele almak olabilirdi. Bu, o somut çerçevede, o sorunun kendi yanlış ve doğruları, kendi haksızlık ve haklılıkları üzerinden mevzilenmek ve mücadele etmek anlamına gelirdi. Gelebilirdi. Eğer bütün sorunları enlemesine kesen ideolojik çatılar olmasaydı. Fakat heyhat! Vardı ve çok kuvvetle bağlayıcıydı böyle çatılar. En güçlüsü de Marksizmdi. Salt bir “talepler paketi” değildi sorun. Sosyalist akımlar güçlenmeden önce, siyaset sahnesinin büyük kısmını işgal eden (merkez-sağ) Muhafazakârlık ile (merkez-sol) Liberalizmin de karşılıklı vardı böyle platformları ve “talep paketleri.” Ne ki, söz konusu paketlerin içindekiler mutlak surette hiyerarşileştirilmiş değildi; tek tek sorunlar ve her birine özgü pozisyonlar göreli özerkliklerini koruyabiliyordu.
Marksizm, derken “bilimsel sosyalizm,” derken Leninizm ve komünizm açısından ise durum farklıydı. Bir, sonunda her şeyi çözecek olan devrim ve sosyalizm mecrası vardı, bir de bütün diğer şikâyetler, spesifik eşitsizlik ve haksızlıkları insanlık halinin. İkincilerin, göreli özerkliklerine saygı gösterilmesi ve her birinin kendi içinde bir mücadele alanı olarak görülüp ona göre yürütülmesi şöyle dursun, sımsıkı ilkine, devrim ve sosyalizm dâvâsına bağlanması gerekiyordu. “Proletarya partisi” bütün bu özgül konu ve alanlar etrafında patlak verecek kitle mücadelelerinin başına geçerek kuvvet toplayacak ve sonra devrime kanalize edecekti. Bu da, olası rakip ve alternatifleri elimine ederek kendi hegemonyasını kurması demekti. Başka bir deyişle, fikir planında Marksizmin meta-anlatısının bütün diğer konu, alan ve anlatıları yutmasına, örgütsel planda partinin bütün diğer akım ve mücadelelerin özgüllük ve özerkliğini yokedip kendine bendetmesi denk düşüyordu. Tersi, derece derece oportünizm ve revizyonizm demekti; burjuva düşüncesine teslim olmak demekti; limitte, en korkuncu, likidatörlük, tasfiyecilik demekti.
Gerçek ve özgün bir barış ve silâhsızlanma mücadelesi mi dediniz? Ya da keza, kadınların maruz kaldığı karmaşık ve çok boyutlu eşitsizlik ve ayrımcılıklara karşı, gene özgün ve bağımsız bir feminizm mücadelesi mi? Özellikle Fransa ve İtalya gibi, komünist partilerinin muhalefette ama (İkinci Dünya Savaşı sonrasında) çok güçlü olduğu ülkelerde, mümkün değildi böyle şeyler. Nitekim bu partilerin tarihi bu yüzden (kendi dışındaki bir özgünlük ve özerkliğe el uzattı diye) “anti-parti” olmakla suçlanarak aforoz edilip atılmış yüzlerce, binlerce namuslu militanın trajik öyküleriyle doludur. 1970’lerin Türkiye’sinde de, sırf TKP’nin değil, hemen bütün sol örgüt ve fraksiyonların rekabetçi, parçalanmış hegemonyacılıkları yüzünden mümkün değildi. Kaldı ki, “Uluslararası Komünist Hareket”in manevî ağırlığı ve intelligentsia’nın değer yargılarını yoğurma, biçimlendirme kapasitesi, tek tek KP’lerin toplamını çok aşan bir şeydi.
Araya 80’ler, 90’lar, 2000’ler girdi. Sosyalizmin büyük ideolojik çatısı çökse de, bazı dâvâlar münhasıran sağın dâvâları, bazıları da münhasıran solun dâvâları olmaya devam etti. Rudyard Kipling, “Doğu Doğudur, Batı da Batı ve ikisi asla bir araya gelemez” (Oh, East is East and West is West, and never the twain shall meet) diye başlamıştı ünlü bir şiirine. Bu ilk dizeye aldanmayalım; Kipling çok daha esnekti, nitekim daha üçüncü ve dördüncü dizelerinde bir ölçüde çürütüyordu kendi fikrini. Ama bizim solcularımızın çoğu için gerçeklik “Sol Soldur, Sağ da Sağ ve ikisi asla bir araya gelemez”le sınırlı kaldı. 1980’lerin ikinci yarısında bir Demokrasi Kurultayı yapıldı, TKP, TİP ve TSİP’in (ya da TBKP’nin) kuvvetle desteklediği. Ön plandaki isimler Sadun Aren ve Aziz Nesin’di. Maalesef arkası gelmedi ama aslında çok önemli bir girişimdi. Ama düşünün; Aziz Nesin’e çok zor kabul ettirildi, 141-142’nin yanı sıra 163’ün de kaldırılması talebi. Demek kendisine kalsa, İslamcı partilerin Kemalist ideoloji ve askeri-bürokratik vesayet eliyle yasaklanıp siyaset dışında tutulmasının arkasına saklanmayı sürdürecekti. Aynı yıllarda başörtüsü yasağı da canalıcı bir sorundu. Ne rezillikler yaşadık bu yüzden! Ama pek az sol çevre ve pek az laik-feminist, kültürel Çin Seddinin ötesine geçerek Müslüman kadınların bu yüz bin kere haklı mücadelesine dahi destek vermeye cesaret edebildi.
En son, 15 Temmuz darbe girişimi karşısında solun tavrı kınama söylemiyle sınırlı kaldı. Serbestiyet’te Ertuğrul Başer ve Atilla Aytemur’un dikkat çektiği gibi, solcular burunlarının dibine kadar gelen muazzam bir kitle mücadelesine esas olarak seyirci kaldılar ve sokağa çıkıp içine girmeye cesaret edemediler. Zira kendilerini orada, o kültürün, o kitlenin ve o mücadelenin içinde göremediler; korktular yabancı bir dünyaya adım atmaktan. Tersine, katılanların özsel niteliği itibariyle bunun o kadar da demokrasi mücadelesi sayılamıyacağı (belki sırf AKP taraftarlarının, belki bir İslamcı gruba karşı diğerinin mücadelesinden ibaret olduğu) gibi mazeretlere tevessül ettiler.
Bu tavırlar, 1848-1917-1990 sürecinde doğan, büyüyen ve sönen devrim ve sosyalizm projesi çökmüş, “tarihin yönü” Büyük Anlatı’sından geriye hiçbir ciddî düşünsel miras kalmamış da olsa, eski ideolojik çatısı ve mahalle aidiyetine bağlı “benim değil onların dâvâsı” anlayışının, belirli bir sol kesim açısından, bir tür sol mahallenin sâkinleri açısından hâlâ ne kadar bağlayıcı olduğunu bir kere daha ortaya koydu.
Peki, aynı sol mahalle sâkinleri Ermeni soykırımına el atınca ne oluyor acaba?