2017 yılında 8. Uluslararası Türk Dili Kurultayının açılış konuşmasını yapan Recep Tayyip Erdoğan, dili “milli ruhumuz” olarak nitelemiş ve Yunus Emre’nin sözün ve dilin önemini, “Sözü bilen kişinin, yüzünü ağ ede bir söz. Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz. Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı. Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz” dizeleriyle ifade ettiğini hatırlatmış. Aynı konuşmanın başka bir kısmında ise şunları söylemiş:
“Bilimde, teknolojide, ekonomide, sanayide ve her alanda muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak için mücadele ederken, dilimizi, milli ruhumuz olarak görüp, sahiplenmek mecburiyetindeyiz. Her konuda olduğu gibi medeniyet mücadelesinde de öncü olanın mefhumları, ifadeleri baskın çıkar… Siyasette, ekonomide, bilimde ürettiğinizi görüşler, düşünceler, mefhumlar sizin dilinizle yaygınlaşır.”
11 Ekim 2012 tarihinde de Devlet Bahçeli; “Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dil ile söyler, sözün iyi olursa, yüzün de parlar.” diye bir tweet atmış. Bu sözler, Kutadgu Bilig’den muhtemelen hepimizin bildiği bir alıntı. Kullanılan dilin, dili oluştururken kullandığımız kelimelerin önemini anlatıyor.
Biliyoruz ki, söz önceliklidir, “önce söz vardır.” Hemen hemen her türlü dini öğretide, kutsal kitaplarda “söz” kendisinden daha büyük bir önem taşımaktadır. Kelime seçimi, sadece üslubumuzu değil, düşünme biçimimizi de belirler. Daha çocukken, kelimelerimizin sorumluluğunu almak konusunda bir çoğumuzun, özellikle dindar ailelerde yetişenlerin, uyarılmış olduğunu sanıyorum. Bela okumamalıydık, lanet etmemeliydik, bela ve lanet yöneltildiklerini bulamaz, bize geri dönerdi. Söz ağızdan çıkana kadar bizim kölemizdi, ağızdan çıktıktan sonra biz onun kölesi olurduk.
Küçükken işittiğimiz bu uyarılar bir kulağımızdan girip diğerinden çıkmadı. Ağzımızdan hiç kötü bir söz dökülmediğini iddia edemeyiz tabii. Ama kötü bir söz çıktığında vicdanı rahatsız olan insanlardan olmanın bir ayrıcalık olduğunu öğrendik.
Beğenmediğimiz, halden anlamayan, insanları hakir gören, zalim kişilere karşı en önemli silahımız iyi sözlerimiz ve bundan kaynaklanan iyi niyetimizdir. Bu silahımızı Aliya İzzetbegoviç’in sözleriyle, “düşmana benzememek”, “kazanırken kaybetmemek” için kullanma lüksüne sahibiz.
Kelimelerin seçimi önemlidir. Peki, yerel seçimlere yaklaşık 1 hafta kala “seçim kelimeleri”nin durumu nedir?
Seçim mitinglerinde kullanılan kelimelerden sadece ilk anda aklıma gelenlerinin anlamlarına bir daha bakma ihtiyacı hissettim. (Tamamı lugatim.com’dan)
Ahmak: Aklı kıt, anlayışsız, kaba kafalı, beyinsiz, bön, budala.
Defolu: Kusurlu, hatalı, özürlü.
Densiz: Hareketleri ve sözleri ölçüsüz olan, yersiz ve yakışıksız davranan, münasebetsiz.
Domuz: 1. İslamiyette eti haram olan, kalın derili, eti, yağı ve derisi için beslenen, ağır, hantal, memeli evcil hayvan, hınzır. 2. Küfür ve hakaret sözü olarak kullanılır.
Hain: 1. Hıyanet eden, sadakat göstermeyen, güveni kötüye kullanan. 2. Eziyet etmekten, karşısındakini üzmekten, zarar vermekten hoşlanan kötü ruhlu.
İllet: 1. Hastalık. 2. Sakatlık. 3. Hastalık derecesindeki alışkanlık. 3. Bozukluk, arıza. 4. İnsanı kızdıran, sinirlendiren kimse veya şey.
Îzansız: Anlayışsız, ferasetsiz.
Meymenetsiz: 1. Uğursuz, bereketsiz. 2. Suratsız, geçimsiz, aksi, huysuz.
Müflis: 1. İflas eden, malını mülkünü batıran (kimse). 2. Parasız pulsuz, beş parasız (kimse), züğürt.
Tabut: İçine ölü konan sandık.
Terörist: siyasi emellerini kabul ettirmek için teröre başvuran, sistemli şekilde korkutucu ve yıldırıcı hareketlerde bulunan kimse.
Zillet: 1. Aşağı olma, hakirlik, horluk. 2. Şerefsizlik.
Kuşkusuz seçimler retoriğin önem kazandığı zamanlar. 2012 yılında Bahçeli’nin attığı tweet’le bize hatırlattığı gibi, aklın süsü dil, dilin süsü kelimelerdir. Dolayısıyla, ikna edici olmak, iyi işler yapılacağı izlenimi yaratmak, daha da önemlisi umut vermek isteniyorsa, yukarıda saydığım ve anlamlarını hatırlattığım türde kelimelerin kullanımından kaçınmak gerektiği açık. Çünkü seçim mitinglerinde kullanılan bu ve benzeri kelimeler bildiğimiz gerilim, korku hikayelerine yakışıyor. Ayrıca, mesela, “Millet İttifakı”na “Zillet/İllet İttifakı” demek, retorik sanatı açısından da parlak bir buluş değil. Kendi görüşlerini desteklemeyenlere “hain” veya “terörist” demek, Müslüman olmayanlardan “domuz” diye bahsetmek, beka sorunu olduğuna inanmayanlara “meymenetsiz” veya “müflis” demek de etkileyici konuşmak açısından son derece kötü örnekler. Her halükarda, dili süsleyemeyen kelimeler ve aklı süsleyemeyen bir dil ile karşı karşıyayız.
Dünyanın diğer tarafında, bizim seçimlerden bağımsız olarak, bir dünyalı olarak gururla sahip çıkabileceğimiz çok parlak kelimeler kullanılabildiğini de gördük geçen hafta. Jacinda Ardern, 38 yaşında gencecik bir kadın başbakan. Yeni Zelanda’daki korkunç terör eyleminden sonra çok güçlü sevgi ve dayanışma mesajları gönderiyor bütün dünyaya. Bu mesajlar o kadar güçlü ve inandırıcı ki, dehşet verici terör eylemi nedeniyle, kendisine ve Yeni Zelanda vatandaşlarına en sert çıkanları bile, bağırıp çağırmadan, alçak sesle ve samimiyetle ikna ediyor ya da yola getiriyor ya da yolun ne olması gerektiğini gösteriyor. Türkiye’de de eylemin hemen arkasından söylenenlerle bugün (22 Mart Cuma günü) söylenenleri karşılaştırdığımızda, bunu net olarak görebiliyoruz.
BBC Türkçe’deki haberde Ardern’in dünyada yarattığı izlenimlerden bahsediliyor:
“Guardian yazarı Suzanne Moore onu şu sözlerle tarif etti:
"Martin Luther King, sahici liderlerin uzlaşma aramayıp, kendilerinin bir uzlaşma yarattıklarını söylemişti. Ardern da, eylemiyle, şefkati ve birleştiriciliğiyle yol göstererek farklı bir uzlaşma yarattı. Terör, farklılıkları görür ve yok etmek ister. Ardern farklılıkları görüyor ve onlara saygı gösteriyor, kucaklıyor ve bağ kuruyor.
…
Pakistan Dışişleri Bakanı Muhammed Faysal, Ardern'in Pakistanlıların gönüllerini kazandığını söylerken, ABD'deki Martin Luther King Merkezi'nin sosyal medya hesabından "Yeni Zelanda'da sevgi dolu bir lider görüyoruz" twiti atıldı.”
O kadar alıştık ki nefret söylemlerine, etnik ya da dini ırkçı söylemler o kadar dünyaya hakim görünüyor ki, Ardern’in işaret ettiği basit ve aslında hepimizin bildiği ilkeleri ve kavramları duymak bizi şaşırtıyor ve duygulandırıyor. Irkçı, aşırı sağcı ideolojiye karşı küresel mücadele için çağrı yaparken, cami saldırılarında öldürülen Müslümanlar hakkında “Hepimiz biriz, onlar biziz.” diyor.“Etnik kökeni ya da dini inancı ne olursa olsun Yeni Zelanda'yı vatanı olarak gören herkesin kendini güvende hissetmesini istiyorum. Kadınlar ve çocuklar konusunda ise özellikle hassasım.”
Ardern’in bu ve benzeri ifadeleri, yazının ilk paragrafında bahsettiğim Yunus Emre dizelerini birebir çağrıştırıyor: Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı…
Diğer her şeyi bırakıp, tek bir kelimeyle Jacinda Ardern’in yaklaşımını anlatmak isteseydik, “dîgerkâm” kelimesini kullanabilirdik. Başta İslamofobi ile mücadele olmak üzere, her türlü ırkçılıkla mücadele için Ardern’in güçlü bir üslupla dikkat çektiği dîgerkâmlık, barış dilinin oluşturulmasında çoğumuz açısından ne zamandır karşılaşamadığımız bir umudu temsil ediyor.