Almanca öğretildiği için değil, bizim milli eğitim cenderesinde kavrulmamış müfredat ve hocalarca eğitildiğimiz için seçkin bir eğitimdi; Fen dersleri Almanca olsa da hem Türkçe hem Almanca edebiyat okuduğumuzdan kolay kıyas olanağı verirdi. Türkçe müfredat kitabı “ana fikir” gibi şeylerle meşgulken; tercümesi ancak “Hochdeutsch” [yüksek/elit-Almanca] karşıtı diye bizim icadımız düz/harfi çeviri anlamına “Tiefdeutsch” [alçak/avam-Almanca] üzerinden [Hauptgedanke] diye çevrildiğinde banal örneği “November-general ” [Kasımpaşa] muamelesiyle “hadi canım sen de!” azarı işittiğimiz; edebiyat edebi metnin kendisi okunmadan anlaşılamayacağından Goethe’den Brecht’e satır satır okuyup ders diye haftada iki kere hocanın moderatörlüğünde birkaç saatlik seanslarla tartıştığımız Almanca edebiyat dersleri görüyorduk.
Bilmeyenler için: okulun adını değiştirmese de 60’ların başında ilk kez bizim sınıfa kaydolan 4 Ayşe, birer Hülya, Buket, Gülden, 7 gözüpek kızdan beri hep karışık cinsli oldu okul.
Okurlardan övgüsünü almaktan hoşnut kaldığım, anlaşılır yazma becerim sahiden varsa, herhalde en büyük pay, Almanca’dan ayrı bir ders olan “Aufsatz”[kompozisyon]’ındır. üniversiteye ve sol dünyaya girip diyalektiğin dünyayı başlıca dönüştürme aracı olduğunu duyduğumda şaşırma nedenim, bizim onu metin yazma tekniği diye öğrenmiş olmamızdı; söylediğini geri alma tekniğiydi ve fikrini mantıki karşıtının süzgecinden geçirmeden dümdüz söylemek büyük gaftı. Gramer ve lügat hataları kadar böyle şeylerin de konu edildiği bir ortamda Türkçe müfredatın baştacı kavramı edebiyat metninin “ana fikri ”(sorunsal [problematic] demeyi bilmeyenlerin koyduğu addı sadece) paralelindeki dersin avam dili kalıbına dökülmeden ifade edilemiyordu.
Ama herşeyin yöntem farklarından ibaret olmadığını anlatmak; askerliği sosyal hizmet karşılığı hayat standardı görece düşük 3.Dünya coğrafyasında geçirmeye gönüllü idealist hocaların yaratıcılığının ve tutkulu angajmanının da hakkını vermek için, sahalarımızda ender görülecek iki hocayı jestleriyle hatırlayayım: Daha ortaokul yıllarındayken lise-2’deki yatakane abimiz Perşembeleri biz uyuyunca sessizce yatakhaneden çıkıp gider, dönüşte uyanık olanlarımıza yıldızları anlatırdı. Ama masal değildi bunlar, çünkü sessizce sıvışıp ilgili arkadaşları ve Astronomi hocası Weström’le buluşup, onun okulun çatısına monte ettirdiği Alman hibesi yeni teleskoplarla gökyüzünü seyrederek dinliyordu hocasından dersi. Bize esrarengiz sırların ifşası gibi gelen de o geceyarısı Yeşilköy’deki sıcak yatağını Cağaloğlu ayazı bir çatıda hevesli teenage gençerle buluşmak üzere terketmiş hocasından dinledikleriydi. Dolayısıyla Lise-2’yi iple çekmekle geçen birkaç yılın ardından gelen hüsran da travma gücünde olmuştu. Astronomi’nin müfredata girdiği sınıfa ulaştığımda Weström Almanya’ya dönmüş, o dersi verecek Alman hoca bulunamayınca, yöneticiler çözümü dersi Türkçe müfredatla yürütebilecek bir yerli hocayla telafide bulmuştu. Anlatılanları sınıfta dinleyerek ve tahtaya yazılanlardan öğrendik kısacası gökyüzünü. Ama koca sınıf sadece bahtsız olamazdı. O günlerimi değil, burslu geçirdiğim Aachen’daki doktora-ertesi sürem dahil, gelecekteki üniversite yıllarımı devalüe edecek bir şans bekliyormuş meğer teleskoplu çatı derslerinin yerine bizi. Kısaca Hakkı [Hackı] dediğimiz fizik matematik üstadı Dieter Hackenberg. Hızımı alamayıp yıllar sonra beni amatör Stephan Hawking okuru yapacak ilk yoğun entelektüel hazzı ondan sınıfta tahta-tebeşir eşliğinde dinlediğim parçacık fiziğine borçlu oldum. Türkçe müfredatlarda o ayrıntılarıyla bulunmadığını üniversite hazırlık kurslarında farkedeceğim eksponensiyel fonksiyonları da… Kitle sınavı ÖSYM icadı basit formüllerin işe yaramadığı; bir veya iki sorunun yanıtı için 4-5 saat verdiği sınavlarda kopyanın yegâne yolunu keşfetmek de biri konulara hàkim, diğeri habersiz, sıra arkadaşı iki kafadara düşmüş; yazılı kâğıtlarına birbirlerinin adını yazarak teslim etmişlerdi. Adını koyamasalar da ortalamayı zaten tutturmuş olanın alacağı muhtemel fazla notun ziyan olmayıp ihtiyacı olana kaydığı dayanışmacı, gönüllü ve adil bir paylaşım sistemiydi bu. Ertesi seansta kağıtlar, üstlerine kırmızıyla yazılmış notlarla geri dağıtılırken herkes kendi notu kadar onlara ne olacağını merak ediyordu. Sınıfın o bölgesindeki hareketlenmenin ardından haberi geldi; notları yazdığı kırmızı kalemle isim ve no’larının üzerine birer çarpı atıp, kendi elyazısıyla birbirlerininkini yazarak iade edince isimlerle notlar eşleşmiş, ikisi de bilip yazdığının karşılığını almıştı. Böylelikle bizim kadar kendini de hamasi-ahlaki nutuk derdinden sessizce kurtarmıştı.
Şimdi de olduğu gibi fene sayısal, edebiyata sözel yatkınları gitmez; çalışmayı gözü kesenler fene, kesmeyenler edebiyata giderdi. Bir yıl yine hoca yokluğunda Hakkı ilk kez edebiyatın fizik matematiğine de verilince, sınıf anlaşıp tanışma seansının en harcıalem seviye tespit sorularına dahi “Biz bunları bilmediğimiz için buradayız.” meali yanıtı vermiş, çaresizce sınıfı terketmesi ertesi seansında sınıfın en munis görünümlü kızının elindeki koskoca buketle karşılanınca da “Anladım, sizin zaten öğretebileceklerime ihtiyacınız yok.” diyerek vedalaşmış sınıfla.
İzleyen üniversite yıllarıma gelince; öğrenciliğimi geçireceğim İTÜ’de ve sonraki okullarda artık üniversite deyince beklemeyi adet edineceğim Hakkı’ları boşuna arayıp durdum. Aachen’da da ender olmalarından belliydi ki gündemimizden çıkmak bilmeyen süt/kan ve nüfus cüzdanında değildi keramet.
Ama milli eğitimin kalınlaştırıp durgunlaştırdığı kafalardan ve hareketsizleştirdiği bedenlerden tamamen bağımsız da olmadığı, hediye almadan geçer not vermediği, öğrenci ve velileri kadar hocaların da malumu olacak denli ayyuka çıkmış bir yerli hoca, şikayet konusu edilmeden en azından bildiğim onküsür yıl sevimliliğine verilerek bünyede barındırılıp, Weström, Hakkı vd.’le aynı öğretmen odalarını paylaşmıştı.
Akılda en derin yer etmişleri saydım, milli eğitim müfredatlarını bilemem ama, bitki-hayvan-insan sırasıyla birer yıl ardarda mesela ciddi biyoloji de okuyup kanın, sütün ne olduğunu hamasi şairlerin ölümü kutsayan şiirlerinden değil, seküler dünyanın biliminden öğrenmiştik. Fizik, Kimya Biyoloji böyle bir müfredat örüntüsü bağlamı ve eşliğinde öğrenilince uhrevi dünyayı da daha iyi kavramış, Tanrı buyruğunu kendi dünyamızın askeri komutan veya siyasi diktatör buyruğuyla karıştırıp “eğitip eğitemeyeceğinize, iş verip veremeyeceğinize bakmayıp çoğalın! ” diye algılamamış, bize verdiği en önemli nimetin sorunun önceliğine göre çözüm üretebilen akıl olduğunu kavramıştık.
Yanı sıra mesela bilimin din belirleyiciliğinde öğrenildiği imam-hatip mezunlarının insanlıklarını niceliklerle ölçüp, yarım-çeyrek diye tartıya vurmaya yeltenmeyecek sosyal sorumluluk adabı da edinmiştik.
Emperyalizm sembolü diye binasına kara çalacaklara da yüz vermemek lazım. Nereden bakılsa sahiplenip benimsenecek bir Alexandre Vallaury klàsiği olarak İstanbul’a pek yakışmış bir mimari anıttır.
İlk işlevi Düyunu Umumiye’ye gelince, O binda tahsil edilenler de emperyalistlerin Osmanlı’dan hile-hurdayla gaspettiği màli kaynaklar değil, kendi iradesiyle kapitalist olup emperyal dünyaya katılmak istedikten sonra Osmanlı Bankası muhattaplığı aracılığıyla emperyalist kapitalizmin màli sistemine akredite olmuş bir devletin resmi borçlarının dünyanın meşru kayyum heyeti marifetiyle garantiye alındığı bir sistemde o heyetin ofis binasıydı. O kadar.
Peki ne oldu da ayaklandı şimdi bu gençler? Hayır… hayır, Cumhuriyet mitingi ardcısı/habercisi komplo deyip/imà edeceklere aldanılmasın; daha dün lise arkadaşım kısaca özetledi:
Okulun müdür ve yardımcıları idare bölümü önündeki prestijli şeref holünde, medarı iftaharımız mezun başbakanlarımız türü ibarelerle dev Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz ve Ahmet Davutoğlu portreleri asılıymış. Gezi’den beri konunun muhataplarının damarına basıp iddialaşmayı yönetim üslubuna dönüştürmüş iktidarın bu vakadaki işgüzarlığı da sevilip benimsenmiş müdürü değiştirip yenisini atamak olmuş.
Uzatmayayım, umarım sadece anılarım bile, reel siyasetten de bağımsız olarak tehdit altındakinin ne olduğunu anlatmaya yetmiştir… Ama liselilerin daha o yaşlarında yandaşlıktan daha beteri olduğunu sezip – deneyimledikleri, edebiyatın, fizik, matematiğin, biyoloji, kimyanın bir yana konup, yerinin en banal anlamıyla reel-politika tarafından doldurulması olmuş. Haydi bizim tattıklarımıza onlar da tanık olmuş da, daha fenası gelecek kuşakların mahrumiyeti olacak ki, işte onun telafisi yok… Çok yakında tattım, hala da içindeyim; iyi şeyin inşası çok zaman alıyor, ama hemen yokolup, buharlaşıveriyor.