Müzik-şiir, belki de “Mahareti olan sahneye” gecesinin düzenlendiği amfi tiyatro dolu değil.
1960’ların sonu… Ön sıralarda -yine mi güzeliz, yine mi çiçek- gençler var.
Bançolu, gitarlı bir folk rock grubunun ardından sahneye, Charles Bukowski’yi canlandıran Ben Gazzara çıkıyor.
Geceye, izleyicilere, koyu güneş gözlüklerinin ardından bakıyor.
Bir kaç kez “Style” diye mırıldanıyor, önündeki mikrofona…
Elindeki kesekağıdına sarılı içkisinden kuvvetli bir yudum alıp, devam ediyor.
“Stil her şeydir. Stil her şeye cevaptır…
Aptalca, sıkıcı bir şeyi stille yapmak tehlikelidir. Ama tehlikeli bir şeyi stille yapmak… İşte ben ona sanat diyorum.
(…) Âşık olmak bir sanat olabilir. Sardalye konservesi açmak bir sanat olabilir.
Ama çoğu insan bir stile sahip değildir ve çok az insan stili(ni) koruyabilir.
Köpekler gördüm, bir çok adamdan daha çok stil sahibiydiler. Ki köpeklerin pek bir stili yoktur. Kedilerin bolca stilleri vardır.
Hemingway, beynini bir av tüfeğiyle duvara yapıştırdığında, o da bir stildi…
Bazen insanlar size stil kazandırır. Jandark’ın stili vardı. Yahya Peygamber, Sokrates, Sezar, Garcia Lorca…
Hapiste, dışarıdakinden daha fazla stilli adamlarla tanıştım.
Stil bir farktır; yapmanın, yapmış olmanın…
Altı balıkçıl bir havuzda sessizce duruyor ya da sen banyodan çırılçıplak çıkıp yürüyorsun, beni görmeden…
Stildir…”
Charles Bukowski’nin “Tales of Ordinary Madness (Sıradan Delilik Öyküleri)” kitabından Marco Ferreri’nin sinemaya uyarladığı filmi yıllar önce seyrettim.
Biraz haksızlık ediyor olabilirim ama… Bukowski’yi, emekli olunca kendini içkiye veren kâtipten hallice Ben Gazzara’nın canlandırdığını görünce, tadım kaçmıştı doğrusu.
Yani sen git o rol, o senaryo, o “stil” için Gazzara’yı bul!
Tabi yine de, Osaka’da heyet-i milliyece buluşma sırasında Donald Trump’ın pek güldüğümüz “benzetmesi”ndeki gibi, “Central Casting” diyemiyorum bu duruma.
Siyaseten figüranlık başka bir şey.
O filmden altı yıl sonra “Barfly (Bar Kuşu)”nda Bukowski’yi beyazperdeye taşıyan Mickey Rourke bence “olmuş”tu mesela. (Üstelik her sekansı alkollü o rolün altından, o dönemde içkiyi bırakmasına/bırakmak zorunda kalmasına rağmen kalkmıştı)
Bukowski’nin de Barfly için “Ölümsüz değil ama iyi bir film” dediğini, Gazzara’yı ve Ferreri’nin filmini ise beğenmediğini, galasında küfürlerini esirgemediğini aktararak, benim için asıl mevzuya döneyim.
Yazılarımda yıllardır farklı adreslerde kapısını çaldığım “stil” meselesine…
Elbette bu kelime fiyakasını, bir zamanlar TV’deki “İşte benim stilim, Bu Tarz Benim” gibi yarışmalarda bootie giymekten, manzaraya tüy dikmekten almıyor.
Stil, duruş, insanın şekli şemailince yarattığı duyguyu da açıklıyor hayatta.
Hayatı açıklıyor.
“Stil” önemlidir. Aşkla doğrudan ilişkisi, bağlantısı var mesela.
İnsanların sıradan karşılaşmalarında “yıldırım aşkı”ndan söz eder hem tarihi, hem(i) de okuyup yazdığımız güncel tefrikalar.
Romeo & Juliet mi dersiniz, Sefiller’de birbirinin gözlerine bakar bakmaz âşık olan Marius Pontmercy ile Cosette mi?
İşte oradaki yıldırım, bence stildir.
“İlk görüşte aşk”ın varsa sırrını, stil üzerinden araştırmak daha mâkuldür.
Aşk birdenbiredir, stil bir anda çarpar insanın gözüne…
“O gül endâm bir al şâle bürünür de yürür” yahut saçları dağıldıkça taranan, düzgünleşen bir kadın parmaklarını perçeminin arasından geçirir.
“Stil”in hayatla, sanatla doğrudan ilişkisi, bağlantısı var.
Bukowski “Hayat ile sanat arasındaki fark, sanatın daha katlanabilir olmasıdır” diyor.
Bu önermesinin sanata, heykele, resme ve dahi sanatçıya katlanamayanların ulusal-yerel iktidarlarda ceket omuzda gezindiği bir ülkede tedavülünün ne olacağı bir yana…
Oscar Wilde’ın “Hayat sanatı taklit eder” sözüne de biraz uzak düşüyor.
Dert değil. İkisi de “stilli” sözler.
Zaten Bukowski bu mevzuda anahtar bir kelimeyi en tepeye yerleştiriyor: Stil…
Stil, belki de hayatla sanatı birbirine en görünür hâliyle yaklaştıran vitrinlerinden birisi insanın.
Bir amaçtan çok, bir yolu/yordamı anlatıyor aslında.
Tam bu noktada, Gürbüz Özaltınlı’nın “Bukowski ve stil” mevzusunda Serbestiyet’te 11.10.2011’de yayınlanan -kulaklarımı da çok sesli çınlattığı- harika yazısından söz etmeliyim:
“Evet, bence hayat stildir. (…) Gördüm ki insanları amaçlarına bakarak seçmemişim hiç. Hangimiz yapmıştır ki zaten bunu. Sevdiklerimi; neyin peşinde olduklarını izleyerek değil, “tarz”larını etkileyici bulduğum için sevmişim. Sevmediklerimi de öyle. Zaten hayatta saysanız kaç amaç sayacaksınız. Herkes, hepimiz, aşağı yukarı benzer amaç paketleri içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Ama, hiçbirimiz de bir diğerimize aynen benzemiyoruz. Varoluşun büyüsü de tam burada yatıyor. Hayranlıklar, aşklar, tutkular, küçümsemeler, tiksinmeler, kavgalar gürültüler burada kuruluyor burada yıkılıyor: Stilde… Stil, insanlarda duygu yaratıyor.”
Stil bir çok duygunun harmanından süzülüyor, bir çok duyguya da kapı aralıyor.
Bukowski’ye dair sağlam ipuçları veren tiradının sarsıcı cümlesine konuk olan Ernest Miller Hemingway, 2 Temmuz 1961’de, 62 yaşında av tüfeğiyle kendini vurdu.
Ve yıldızlarının hiç barışmadığı William Faulkner, “Hemingway kendini vurdu. Eve kestirmeden giden adamı sevmem ben” dedi ardından.
Nobel, Pulitzer ödüllü, Bronz Yıldız Madalyalı gazeteci, yazar Hemingway, yazılarını genellikle ayakta, bir kürsüye benzer masasında yazarmış.
Hep bir yere, bir şeye geç kalmış gibi…
Maçodur, ilişkilerinde dominanttır, bencildir. Duygularına alkol eşlik eder, ya da alkolle ayaklanır duyguları…
Ruhsal gel-gitleri hiç dinmez.
Başta kediler olmak üzere hayvansever olduğu söylenir, ama avladığı hayvanlarla fotoğraflarını, hatta avladığı hayvan başlarını, postlarını da sergiler evinde.
Bir seferde onlarca kılıç balığını tek başına yakaladığından, köpek balıklarını makineli tüfekle taradığından söz edilir.
Gel gelelim, böyle arızaları onu stilsiz kılmaz.
Altmış iki yıla onca “hayat” sığdırması da, Bukowski’nin “stil” sözcüğüyle anlattığı mayayla ilişkili olmalı…
Ama sevmesine rağmen Bukowski’nin onun hakkında söylenmeleri de unutulmamalı:
“Savaş sanat bile yaratır… Savaş olmasaydı Hemingway şişman ve osuruklu bir matadorun pembe gözlü şarapçı picadoru olurdu. Savaş ona batı yarıkürenin şaşı yarasalarına bir peri masalı uydurması için altın kapıyı açtı. Barışı pazarlamak, yavrum, zor!”
Söylensen de, bir stili olduğunu kabullenirsin.
Bizde de geçmişte kalan bir çok yazar, şair sadece ürettikleriyle değil stilleriyle de adını yaşatıyor.
Bir çok insanı, stilleri nedeniyle seviyor, beğeniyoruz.
Aşklar, tutkular onun simyasıyla sırlanıyor, aynasında kendimizi de farklı görüyoruz.
Cam, stille ayna oluyor.
Kitabevlerinden en çok Bukowski’nin eserlerinin çalındığı rivayeti, beni “kitap hırsızlarının stili” hakkında renkli düşüncelere sevk ediyor mesela.
Kitap arakçısı oldukları için mi Bukowski’yi seviyorlar, yoksa Bukowski’yi sevdikleri için mi şeytana uyuyorlar?
Gün geçtikçe daha iyi hissediyorum; aptalca, sıkıcı, donuk şeyleri stil sanmak, stille yapmaya çalışmak da tehlikeli… Stilsizlik desen, ondan beter.
Hani Edip Cansever “Aaaa” der ya, sanki öyle bir şey:
“Bir Süleyman gördüm hiçbir yanı kımıldamıyor
Oturmuş bir iskemleye
Pek de oturmuşluğu yok iskemle ayaksız
O nasıl şey, bu adam soyut mu ne”.
Belki de hayat stilden ibaret. Aşk stilden…
“Altı balıkçıl bir havuzda sessizce duruyor ya da sen banyodan çırılçıplak çıkıp yürüyorsun, beni görmeden… Stildir.”
BİR FİLM/BİR REPLİK
“Seyirciler nerde?” dedim. “Belki de kimse gelmeyecek.”
“Gelirler şimdi.”
Haklıydı Sarah, civara eski model arabalar yanaşmaya başlamıştı. Biri kesekağıdına koyduğu şarapla indi arabasından.
“Ayyaşlar filmin gerçeğe uygunluğunu ölçmeye gelmişler” dedim gülerek. “İçki tarihçesi olarak kimse benimle aşık atamaz.”
“Hiçbiri hayatta değil de ondan. Senin sırrın ne?”
“Öğleden önce asla yataktan kalkma.
Charles Bukowski, Hollywood. Parantez Yayınları, 1997, s. 189.
(Bukowski’nin, senaryosunu yazdığı Barfly filminin çekim öyküsünü anlattığı kitap)