Yazmak garip bir duygu. Hiçbir şey yazmak istemediğinizden en emin olduğunuz bir halde bile kelimelerle dansın büyüsü gelir bulur sizi. Serbestiyet’teki ilk yazım böyle gelişti, Hidayet’in teklifini bir süre düşündükten sonra özgürce yazma fikrine içim ısınarak. Belki bir taş kıpırdar, bir kör nokta azıcık aralanır, daha disiplinli düşünürüm de tekâmülüme katkısı olur düşüncesiyle bir yanımız diğer yanımızı ikna eder ve başlarız cümleleri kurmaya.Türkiye gibi her sabah algı eşiğimizi aşan bir gelişmeyle karşılaştığımız ülkede yazmadan, karşı koymadan, aldırmadan uzun süre kalmak mümkün değil. Kaldı ki büyük olaylara gerek yok, Sait Faik’in Haritada Bir Yer hikâyesinde olduğu gibi küçücük görünen nice olayların içinden yükselen hakkaniyetsizlik, belli belirsiz örselenme hissi bile körelmiş kalemin ucunu açmaya yeter yazmaktan başka direnecek yolu olmayana.Gelelim konuya. Başıma gelen bir olayı çözümlemekte aciz kaldığımı itiraf etmeliyim.Sultanahmet’te tramvay durağının hizasında camileri gören bir kanepede kızımla oturmuş sohbet ediyorduk. Üniversitede sosyoloji okuyordu, üstelik yeni evlenmişti. İşte bilindik anne kız konuşmaları. Hayatın iniş çıkışları, evliliğin meleksi yanlarıyla sarp yokuşları, gündelik hayatla aşkın hedefler arasında nasıl bir ahenk kurulabileceği gibi sıradan mevzular. Her anne gibi tırnağına taş değsin istemiyordum ama öte yandan o da feleğin çemberinden bir şekilde geçmekle yazgılıydı. Yaşamdaki nimet külfet dengesinin altın oranını bulma koşusu. Stefan Zweig’ın Amok Koşucusu gibi etrafına zarar vermeden elbette.Tuhaf bir hissiyat; başımda bir yanmayla arkama dönüp baktığımda gördüğüm şeyi unutamam. Otuzdan fazla insan adeta ayaklarının ucuna basarak arkamızda sessizce konuşlanmış, kimi amatör kimi daha kallavi kameralarını çıkarmışlar resmimizi çekiyorlar. Kızımla hayretler içinde kalışımızı görünce daha da heyecanla deklanşörlere basmaya başladılar.Bir dakika siz ne yapmaya çalışıyorsunuz dedikçe bitmeyen bir aşkla işe devam.Oturduğumuz yer bir yükseltiydi. Önümüzde ağaçlar, yan taraftaki duvarda sokak ressamının mandalla bir ipe tutturduğu kara kalem resimler. Önümüzde bütün efsunuyla görkemiyle serili duran Ayasofya ve Sultanahmet camileri.Anlaşılan biri İstanbul yolculuğunun önemli karelerinden birini yakalamanın sevinciyle sessizce arkamızdan bizi görüntülemeye başlamış, onu gören farklı milletlerden diğer fotoğraf avcıları da bu geniş atmosferin ortasındaki kanepede sohbete dalmış iki kadını çekmenin ne kadar da iyi fikir olduğunu fark etmişler, onların anladığı bizim anlayamadığımız ne varsa artık…Ben de biraz gülerek biraz da bu pervasızlık karşısında ne yapacağımı şaşırarak onları çekmeye başlamıştım. Bir yandan da öteki bilinçlerde, birbirleriyle hiçbir tanışıklıkları olmadan bir kanepenin önünde buluşmuş Çinli, Romen, Alman daha başka ülkelerden gelen bu insanların aklında neye karşılık geldiğimizi anlamaya çalışıyorduk kızımla. Bu kadar ilginç olan nedir diye İngilizce sorduğumuz sorular havada kalmıştı. Gülümsüyorlardı sadece.Ben onları çekerken bu hayretimizi de kaydediyorlardı tuhaf bir ısrarla. Etrafta durumu fark eden başkaları da bu su tabancası saçmalığına dönüşen fotoğraf savaşını çekmeye başladı. Bir anda gözüm Sultanahmet Köftecisi’nin üst katındaki pencereden bakan bir adama takıldı. Elinde kamera belli ki uzaktan geniş açıyla hepimizi birden kadrajına sığdırmaya çalışıyordu.Orada sessiz sedasız otururken zihinlerdeki hangi kanaatin ya da kurmacanın temsiline dönüştük, kimlerin Türkiye masalına karıştık. Birbirini tanımayan onlarca yabancıyı benzer bir hissiyatla harekete geçiren şeyin ne’liğiyle ilgilenmeden gülüp geçmeli mi? Andy Warhol’un günün birinde bir dakika da olsa meşhur olan insanlarına katılmanın keyfini mi yaşamalıydı? Hepimizin çantasında bir kamera olmasını nasıl açıklamalıydık. Bir polisiyeye dönüşme riski olan gerçeklik.Onlar bizi, biz onları, bazı adamlar bu absürd olayı çekerken, ikinci kattan hepimizin bir kadrajda suretini çıkaran adamın fotoğrafını merak etmedim değil.
Sultanahmet’te resmimizi çektiler
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik