17 Haziran 2017] Ne kadar acı olursa olsun, gerçeği söylemekte yarar var: Türkiye’nin yakın zamana kadar izlediği Ortadoğu politikası pek iyi bir noktada değil. Gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerekse diğer AK Parti liderleri, son iki yılda özellikle Suriye konusunda büyük iddialar ortaya attılar, hayli sert demeçler verdiler. ABD’nin önce Obama ve sonra Trump yönetimlerine karşı tavırlarını da, en azından görünüşte ve lâfzen, Suriye ve Kürt sorunu üzerinden belirlediler. Bazı noktalarda, Rusya ile alternatif politika aradılar. Fakat sonunda hepsi belirli bir duvara tosladı.
AK Parti ve hükümet yanlısı medyaya gelince, bütün bu adım ve söylemleri her aşamada destekledi. Hattâ ötesine bile geçti. Çok üsttenci manşetler çekildi. Birinci sayfalar buna göre düzenlendi. Basın yer yer hükümetten bile yukarıdan konuştu. “Haber” olarak vermekle kalmadı; “haydi gidiyoruz” havalarına girdi. Politikada başarısızlık elbet olur. Medya ise siyasetin her küçük taktik kıvrımına (bu kadar) angaje olmak zorunda değil(di). Dolayısıyla medya açısından sonuç daha acı oldu.
Olayların yaklaşık sırasını hatırlatarak örneklemeye çalışalım.
* Türkiye, Musul’un DAEŞ’ten kurtarılması harekâtına katılmaya talipti. Hattâ o sıralarda, Lozan’ın yeniden müzakeresi fikri bile ortaya atılmıştı. (Ve kanımca bu, özellikle hatâlıydı; Musul’un kurtarılması ile Lozan’ın miadını doldurmuşluğunun aynı anda gündeme getirilmesi, Türkiye’nin aleyhine oldu; teritoryal kazanç ve çıkar peşinde koştuğunun iddia edilmesine yol açtı.)
* Keza Türkiye, Rakka’nın kurtarılması harekâtına katılmaya da talipti. Ankara’nın temel tezi, bu operasyonların temel gücünü TSK ile Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) oluşturabileceği ve oluşturması gerektiği; PYD/YPG’ye, hattâ YPG çekirdeği etrafında büyüyen Suriye Demokratik Güçlerine (SDG) ise kesinlikle başvurulmamasıydı.
* Nitekim Türkiye, bir noktada Rusya ve İran’la birlikte Astana konferansına da katılmış ve PKK ile PYD’nin katılmamasını sağlamıştı; ortak açıklamada, bu Kürt örgütlerine terörist denmemekle birlikte, Türkiye’nin bu doğrultudaki görüşünü savunmaya devam edebileceği kaydediliyordu. Gerçi Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un konferansa sunduğu mutasavver “Suriye anayasası”nda Kürtlere tanınan özerk statü ve teritoryalite pek Ankara’nın hoşlanacağı gibi değildi. Gene de o sırada Rusya (Obama yönetimindeki) ABD’ye alternatif, Astana da Cenevre’ye alternatif oluşturabilir sanılıyordu. Hükümet içten içe öyle sanmasa bile, medya bu yanılsamayla avunuyor, oyalanıyordu.
* “Fırat Kalkanı” operasyonu başlangıçta gerek ABD, gerekse Rusya’dan destek görmüştü. Bu aşamada Türkiye, El Bab’dan sonra Menbiç’i de TSK’nın kurtaracağına kesin gözüyle bakıyordu. Bu inanç en yetkili ağızlarca dile getirilmekteydi.
* Bir bütün olarak Türkiye, Ortadoğu’da çözüm arayışları bağlamında “sahada ve masada, her yerde varız” diyordu.
Şimdi ise durum maalesef çok farklı. Sonraki gelişmeleri de kısaca hatırlatalım.
* ABD, PYD/YPG ile ilişkisini Türkiye’nin bütün ara-protestoları hilâfına adım adım tırmandırdı. Amerikan ve PYD bayrakları, armaları, simgeleri, araçlarda, kamplarda,üniformalarda yanyana yer aldı. Özellikle PYD/YPG/SDG güçlerine mensup genç Kürt kadınları evrensel sempati açısından öne çıkarıldı. Fotoğraflarına, facebook sayfalarına, tweet’lerine vb, “modern, seküler, Batı dostu Kürt gençliğinin/kadınlığının çehresi” diye çok geniş yer verildi. Türkiye’nin bu gelişmede hiçbir durdurucu etkisi olamadı. Hattâ Suriye’deki ABD komutanlığı ve/ya Beyaz Saray, Pentagon, ABD Dışişleri sözcüleri,Türkiye’nin itiraz ve protestolarını giderek daha kestirme ve üstünkörü ifadelerle savuşturmaya başladı.
* Rusya da Türkiye’den (aslında hiçbir zaman destek olmayan) desteğini adım adım çekti. Suriye çözümünde (mealen) “Kürtler olmazsa olmaz” söylemini adım adım tırmandırmaya başladı. Astana sürecinin (Türkiye’nin tutunabileceği) hiçbir alternatif özelliği kalmadı.
* Menbiç’teki PYD/YPG ve/ya SDG birlikleri, Türkiye’nin bütün talep ve uyarılarına rağmen yerlerinden kımıldamadı. Kımıldatılmadı.
* TSK El Bab’ı kuşatmışken ve merkezine doğru ilerlemeye başlarken (ve tam da yeni CIA direktörü Mike Pompeo’nun Türkiye’de olduğu bir sırada), bir Rus savaş uçağı TSK’nın sahra karargâhını bombaladı. Üç şehit verildi. TSK, bunun koordinat bilgileri karışıklığından kaynaklanmış (bir kaza) olamıyacağını usulünce açıkladı.
* Aynı sıralarda (veya biraz önce), Esad rejiminin birlikleri de güneyden bir kavis çizerek
(PYD/YPG ve/ya SDG birliklerinin zaten çekilmemiş bulunduğuna yukarıda işaret ettiğimiz) Menbiç’e ulaştı. Böylece, gerek çeşitli diplomasi ve kaba kuvvet sinyalleriyle, gerekse fiilî durum itibariyle, önce Türkiye’nin El Bab’dan ileriye geçme tasavvuruna set çekildi. Ardından, El Bab’da kalma olasılığı bile yokedildi. Fırat Kalkanı harekâtı tamamen sona erdi (erdirildi). TSK’nın harekât hedeflerini başarıyla gerçekleştirerek Türkiye sınırlarına çekildiği açıklandı.
* Gene aynı sıralarda, (1) ABD ordusunun özel Rangers birlikleri Menbiç’te mevzilendi; (2) en elit US Marines (Deniz Piyadeleri) kolordusuna mensup 155 mm’lik topçu (howitzer) bataryaları da Suriye’ye getirildi. Böylece Türkiye’ye, “TSK’nın Fırtına obüslerine de ihtiyacımız yok” mesajı verilmiş oldu.
* Irak’ta, Maliki’nin yerine geçen İbadi hükümeti de giderek Türkiye aleyhine tavır almaya başladı. Karşılıklı tartışma ve atışmalardan sonra, TSK (daha önce üzerinde anlaşılmış olduğu halde) Başika’daki varlığına son verip çekilmek zorunda bırakıldı. Böylece, Musul harekâtına herhangi bir şekilde katılma veya katkıda bulunma olasılığı tümüyle yokedildi.
* İzleyen haftalarda, Rakka harekâtının da kapıları Türkiye’ye sımsıkı kapatıldı. Bu bağlamda, ABD askerî sözcüleri PYD/YPG/SDG’nin Rakka’ya ilerleyişine ilişkin övücü demeçler vermeye; bu tür haberler Batı basınında peşpeşe yer almaya başladı.
* Daha önce PKK’nın Şengal’e/Sincar’a yerleşmesine izin vermeyeceğini açıklayanTSK, müteaddit uyarılardan sonra 30 Nisan 2017’de Sincar’a kapsamlı bir hava harekâtı düzenledi. Operasyonun PKK kadar ABD’ye de bir mesaj niteliği taşıdığı basında yazılıp çizildi. Ancak sonuçlar ters yönde oldu. Afrin’e büyük bir Rus konvoyu gitti. Başka her yerde, Menbiç’te, El Bab’da ve bütün Türkiye sınırı boyunca ise ABD birlikleri mevzilendi. Yerel halkın (Suriye Kürtlerinin) Amerikan ordusunu zılgıtlarla karşıladığı yazıldı, fotoğraflandı. Böylece mesaj, Türkiye’nin âdetâ hiçbir yere dokunamıyacağına dönüştü.
* Nihayet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Mayıs 2017 Washington ziyaretinden hemen birkaç gün önce, hayli mânidar bir şekilde, PYD/YPG’ye (şimdiye kadar verilmeyen ağır silâhları da kapsayan) yeni bir silah takviyesi programının Başkan Trump tarafından imzalandığı resmen açıklandı. Böylece tek taraflı bir oldu-bitti yaratılmış; iki başkan arasında Washington DC’de ne konuşulabileceği daha baştan çok büyük ölçüde sınırlanmış oldu.
* Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuda Trump yönetiminden koparabildiği hemen tek tâviz, DAEŞ yenilgiye uğratıldığında PYD’nin bu silâhları iade etmesinin isteneceği gibi, samimiyeti de, uygulanabilirliği de son derece şüpheli bir “söz” oldu.
* * *
Özetlersek, (1) iki büyük güç olarak ABD’nin ve Rusya’nın Türkiye’yi gerek Irak’tan, gerek Suriye’den, yani aslında Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi sürecinden tümüyle dışlamak istedikleri çok açık. (2) Keza aşikâr ki PYD/YPG ile dostluk ve/ya ittifakları ise güçlenerek sürecek. Bu da çok basit bir nedene dayanıyor: O coğrafyada Türkler yok, Kürtler var. Bu işleri iyi bilmek durumunda olan bir kaynağa, CIA Factbook’a göre (Türkiye’de 14.5 milyon ve İran’da 6 milyon kadar Kürdün yanısıra) Irak’ta 6 milyon ve Suriye’de 2 milyon Kürt yaşıyor. Başka bir deyişle, 2011’de 23 milyondan iç savaş sonucu 2017 başlarında 17.4 milyona düştüğü tahmin edilen Suriye nüfusunun yüzde 10-11 kadarını Kürtler meydana getiriyor. Bu da onları gerek DAEŞ’e karşı mücadelede, gerekse Suriye ve Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesinde önemli bir faktör haline getiriyor. Türkiye’nin askerî gücü var ama uzak. Demografik temeli ise hiç yok. Buna karşılık gerek Irak, gerek Suriye Kürtleri, her türlü çözüm arayışında şu veya bu ölçüde tatmin edilmesi gereken bir sosyolojiyi temsil ediyor.
Bir faktör daha var. Türkiye bu kıstalara rağmen de şimdikinden çok daha başarılı olabilirdi, ama (3) dış politikasında bu ve benzeri tarihî ve toplumsal gerçekliklere, duyarsız kaldı, kalıyor. Sonuçta, halklara güven veremiyor, dost olamıyor. Şöyle bir sorunla karşı karşıyayız: iktidarı, muhalefeti ve toplumuyla, genel kamuoyuyla Türkiye, dışarıdan nasıl görüldüğünü algılıyor mu acaba? Sanmıyorum. Genelgeçer bir “haksız yere kötülendiğimiz” kanaati var; onunla idare edip gidiyoruz. Bu da kendimize; yaptığımız ve söylediğimiz şeylerin negatif etkisine dürüstçe bakmayı engelliyor.
Böyle bir deformasyon, korkarım Suriye konusunda da geçerli. Hükümet Suriye’ye yönelik bazı politikalar formüle ediyor ve yürürlüğe koyuyor. Bunları yaparken, hemen sırf Türkiye’nin kendine özgü güvenlik kaygılarıyla hareket ediyor. Suriye halkının şu veya bu kesiminin çıkarları ve yararını pek düşünmüyor. Keza, Suriye sorununun çözümüne doğru yol almayı da pek göz önünde bulundurmuyor. Oysa ABD ve Rusya gibi büyük güçler bile, emperyalist karakter ve etiketlerine karşın (veya, tam da emperyalist karakterlerinden, yönetme iddia ve tecrübelerinden ötürü), Arapları ve Kürtleriyle, Hıristiyan ve Müslümanlarıyla, Sünni ve Şiileriyle Suriye halkının (çeşitli kesimlerinin) yarar ve çıkarını biraz daha fazla gözönünde bulunduruyorlar. Sonuçta, herhangi bir “çözüm”e ulaşmak biraz da bunu gerektiriyor. Diplomasi hem vermeyi hem almayı, almak için yerine göre verebilmeyi içeriyor. Buna karşılık Türkiye’nin çeşitli konulara hemen sırf kendi açısından yaklaşan ve alırkan (ya da almak isterken) vermeye pek yanaşmayan maksimalist, “hep bana” tavrı göze batıyor ve güvensizlik uyandırıyor. Eski bir Maocu olduğum malûm. Mao’nun bir zamanlar sıkça okuduğumuz yazılarında, atandığı yere varır varmaz sağına soluna emir yağdıran, buyurgan ve çokbilmiş bir parti yetkilisi tipinden “padişah elçisi” diye söz edilirdi (galiba “imparator elçisi”ydi de biz Türkçeye “padişah elçisi” diye adapte etmiştik). Maalesef bu herkese kızan, herşeye olmazlanan, sürekli bağırıp çağıran “padişah elçisi” tavrı, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerini yürütme tarzında çok fazla hissediliyor ve giderek yalnızlaşmasında önemli bir rol oynuyor.
* * *
Gelinen tıkanmışlık noktasında, Türkiye’nin yeni bir Kürt politikasına ihtiyacı neredeyse izahtan vareste. Hal böyleyken, şimdi (belki MHP üzerinden) AKP’ye de ârız olan klasik Türk milliyetçiliğinin bütün geleneksel refleksleri ters yönde işliyor ve hükümeti habire geri götürüyor.
Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) 25 Eylül’de bağımsızlık konusunda bir referandum yapacağını açıklamasına Türkiye tarafından gösterilen tepkiler, anlatmaya çalıştığım türden empati yoksunluğu hatâlarının son örneği. Suriye, Irak ve İran’daki geniş “Kürt denizi” içinde Türkiye’nin hemen tek bir müttefiki var: Barzani ve IKBY. İran’ın Pers yayılmacılığına karşı da müttefik, PKK’ya karşı da. Ama Barzani aynı zamanda kendi kitlesine bir şeyler vermek zorunda. Ve Irak’taki hemen bütün Kürt partileri en azından prensipte bağımsızlıktan yana. Zaten (geçmişte TC şimdiki “bölge yönetimi”ne dahi düşman kesildiği için) çok zor inşa edilmiş bulunan bu özel ilişkide “sadece Türkiye’nin istedikleri olacak; Kürtlerin ve Barzani’nin istediği olmayacak” — bu mümkün değil. Barzani Türkiye’nin ortağıysa, Türkiye’nin sırf kendi ihtiyaçlarını değil, ortağının ihtiyaçlarını da düşünmesi lâzım. Kaldı ki, bu bağımsızlık meselesi yeni değil; aylardır konuşuluyor. Hemen ilân edilecek de değil; İKBY’nin elinde, Bağdat’a karşı bir pazarlık kozu veya konusu.
Barzani bunu da (yani şu referandumu da) yapamayacaksa, halkını, tabanını, kitlesini nasıl bir arada tutacak? Bağdat daha mı önemli Ankara için? Türkiye (kendisine en dost) Kürtlerin bu talebine de yumuşak yaklaşmak yerine cepheden karşı çıkar ve bu katı tavır üzerinden herkese, “ben bütün Kürtlerin bütün özerklik veya bağımsızlık özlemlerine prensip olarak karşıyım” mesajını verirse, Ortadoğu’da kendine başka kimi dost ve müttefik bulacak?