Suriye’ye yönelik ‘açık kapı’ politikasını Türkiye Mayıs 2015 itibariyle sona erdirdi. Artık yeni insan alınmıyor ve ‘oradakiler’ kendi kaderlerine terk edilmiş gözüküyorlar. Türkiye’nin ‘geçici koruma’ kapsamına dahil olmakla birlikte gönüllü olarak geri gitmiş olanların yeniden Türkiye’ye dönmeleri mümkün. Ama bunun için önce sınıra kadar gelebilmeleri lazım… Bu tablo Türkiye’nin insani sorumluluğunu ve duyarlılığını artırıyor. Herhangi bir Batı ülkesi gibi serinkanlı hesaplamalarla Suriye’lilere bakmamız söz konusu olamaz…
Buna karşılık madalyonun diğer yüzünü de göz ardı edemeyiz. Suriyeli göçü alan kentlerde bir piyasa canlanması yanında iş kaybı ve enflasyon artışı yaşanabiliyor ve özellikle alt gelir gruplarında sıkıntılara, hatta giderek yabancı düşmanlığına dönüşebilecek tepkilere neden olabiliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin önündeki mesele sadece Suriyelilerin sorunlarının çözümü ve onların genelde nasıl entegre edileceği değil. Suriyelilerin entegre olma yolunda olacağı bir Türkiye’de genel düzenin, psikolojinin ve sosyoekonomik dengelerin nasıl korunup güçlendirileceği.
Böyle bakıldığında Suriyelilerin gelmesiyle birlikte ülkenin her alanda bir yeniden yapılanma sürecine gireceğini öngörmek zor değil. Belki de bu olay tam da zamanında yaşanmakta… Çünkü her halükarda Türkiye yeni bir anayasa yapmak, vatandaşlığı yeniden tanımlamak zorunda… Kürtlerle birlikte yaşamak için gereksinilen eşit vatandaşlık, Suriyelilerle ve belki de ilerde çok farklı etnik ve dinsel kimlikli ‘yeni’ göç gruplarıyla birlikte yaşamak için de bir ön şart.
Yeni bir hukuki zemin arayışında ilk adım Suriyelilerin göçmen değil ‘mülteci’ oldukları ve mülteciliğin bir ‘insan hakkı’ olarak kabul edilmesi gerektiği. Ama asıl siyasi tercih bu kişilerin ‘vatandaş’ olma haklarının verilip verilmeyeceği. Vurgulamak gerek ki günümüzün dünyasında ‘vatandaşlık’ giderek devletlerin bahşettiği bir lütuf olmaktan çıkıp, devletlerin kabullenmek zorunda kaldıkları bir hak haline gelebiliyor.
Bunun nedeni göç yoluyla gelen insanların bir süre sonra ‘gri alanda’ tutulmalarının zorlaşması. Yani ne yabancı ne de vatandaş gibi bir konum söz konusu toplumsal grupları yönetmekte yetersiz kalıyor. Bunun en dramatik sonuçlarından birini Avrupa’daki hukuken vatandaş ama kültürel olarak yabancı kalmış göçmen çocuklarının radikalleşme eğiliminde görebiliyoruz. Aynı durum Türkiye’deki Suriyeliler için de geçerli olabilir… Mesele şu ki göçmenler yabancı ülkeye ilk geldiklerinde durumlarını terk ettikleri ülkedeki koşullarla mukayese ediyorlar ve genelde hayatlarında iyiye doğru bir gidiş görüyorlar. Bu duygu mültecilerde çok daha yoğun, çünkü onlar hayatlarını kurtarmak üzere kaçarak yeni ülkeye gelmiş durumdalar. Ne var ki zaman geçtikçe yeni ülkedeki konumları bir rutine dönüşerek yeni bir standart sağlıyor. Artık mukayeseler geçmişe doğru değil, geleceğe yönelik olarak yapılmaya başlanılıyor. Şu anki durumun daha ne kadar böyle devam edeceği, çocukları nasıl bir hayatın beklediği sorgulanıyor. Bu noktaya gelindiğinde artık ev sahibi ülkenin onlar için yapmış olduğu iyilikler değil, onlara sunamadığı, onlardan esirgediği iyilikler öne çıkıyor ve ‘yabancılık’ psikolojisini besliyor.
Türkiye önemli bir kararın eşiğinde. Toplum entegrasyona karşı değil, ama devletin bunu ne kadar istediğini, kendisini çevreye açan bir Türkiye’nin ortaya çıkacak yönetim zorluklarına ne denli hazır olduğunu henüz tartışmadık. Yeni anayasanın gündeme geleceği önümüzdeki sürede, ülke tarihsel ve kültürel açıdan da temel tercihler yapmak zorunda kalacak.