Türkiye’de vatandaşlık halinin temel niteliği, kendi içinde tutarlılığı olmayan ama aşırı ve keyfi güç kullanabilen heyüla gibi bir bürokrasi ile karşı karşıya olmanızdır. Söz konusu acz duygusunun Suriyeli mülteciler için çok daha yoğun ve korkutucu olduğunu tahmin etmek zor değil. Türkiyeli iseniz işinizin olduğu dairede hiç olmazsa bir memuru tanıyan herhangi bir akraba veya komşu arayışına çıkabilirsiniz. Ama Suriyelilerin böyle bir imkanı yok… Tabii eğer paraları da yoksa. Çünkü eğer paranız varsa size bürokratik mekanizmanın bir yerinden kanal açabilecek aracılar bulmanız hiç de zor olmayabilir. Ülkede 2 milyonun üzerinde ihtiyaç sahibi bir kitlenin olduğu düşünüldüğünde ortada ciddi bir pazarın olduğunu hayal edebiliriz. Nitekim Türkiye’deki yasa, kural ve mevzuatın kötülüğü ile bürokrasi içi koordinasyonun olmamasını ve standart uygulama normlarının eksikliğini bir araya getirdiğimizde, Suriyeli mültecilerin ne denli çaresiz oldukları açık. Bunun sonucu rüşvet vererek sorun çözme eğiliminin güçlenmesi ve bürokratik mekanizmanın Suriyeliler üzerinden daha da yozlaşma ihtimali sergilemesidir.
Paranın etkili olduğu en önemli konu muhakkak ki mültecilerin hukuki haklarını garanti altına alan kimlik kartlarının elde edilme süreci. Devletin entegrasyon konusunda henüz tam kararını verememiş olması, bu konuyu muğlaklaştırıyor. Dolayısıyla nispeten zengin olanların sorunlarının çözülmesi mümkün hale gelirken bu durum mültecilerin kendi içindeki sınıfsal ve sosyal ayrışmayı körükleyebiliyor. Ancak kimlik edinme zorlukları bir başka mesleği de tetiklemiş durumda: Sahte kimlik imalatı ve pazarlaması…
Hükümetin son bir yıl içinde rasyonel ve adil çözümler üretme amacıyla ve sistematik bir şekilde meseleye eğildiğini görmek sevindirici. Öte yandan bürokrasinin on yıllara dayanan ve kasıtlı yozlaştırılma ile geldiği şimdiki yapılanmasından bir anda sıyrılması da mümkün değil. ‘Koordinasyonsuzluk’ bir eksiklikten ziyade kasıtlı olarak üretilmiş bir unsur. Örneğin mültecilere ilişkin herhangi bir konunun her şehirde farklı bir uygulama içinde ele alınması yadırganmıyor. Ancak herhangi bir kurumun içinde bile her departmanın, hatta her departman içinde farklı memurların farklı ‘tavsiyeleri’ ile karşılaşılabiliyor. Bu sadece kural ve yönetmeliklerin bilinmemesinden değil, muhtemelen her memurun kendine has ‘iş yapma’ alışkanlığından besleniyor ve söz konusu ‘iş yapma’ tarzının sonuçta para üreten bir mekanizmaya işaret etmesi de kimseyi şaşırtmıyor.
Bütün bunlara bürokrasi içinde geleneksel olarak halen çok güçlü olan ‘milliyetçi’ duyguların etkisini ekleyebiliriz. Ayrımcılığı normalleştiren bir ideolojik tutumun Türkiye’deki bürokrasi için sıradanlaşmış bir özellik olduğu su götürmez. Bu yaklaşımın mültecilerle muhatap olan alt kademe memurlarla sınırlı olduğu da sanılmamalı. Bugün devlet Suriyelilere araba plakası tahsis ederken her birine S harfi ile başlayan bir bileşimi uygun buluyor. Yani polisin uzaktan da olsa bir Suriyeli mültecinin arabasını tanımasını istiyor. Asayiş ve kontrol için yapıldığı düşünülen ve bürokratik geleneğin parçası haline gelmiş buna benzer birçok uygulama gerçekte ayrımcılığın bir tür ‘devlet tavrı’ olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye’nin vatandaşları belki artık umursamıyor, ya da kendi kaçış yollarını üretebiliyorlar. Ama Suriyelilerin bu olanağı yok. Onlar devleti bu haliyle tanıdıkça burada kalıcı olmayı istemeyebiliyorlar… Avrupa’ya göçün engellenmesi Türkiye’deki bürokratik kurumsal reformların yapılmasını gerektiriyor.