Tabular… İdeolojik evrenimizin camdan duvarları… Zihnimizin derinlerinde kurulmuş kutsallıklar… Düşüncemizin “doğal” sınırları… Görmezsiniz; varlığını dahi hissetmezsiniz onların çoğu kere. Güçlerini ortak kabulden alırlar ve hayatın yönetilmesini kolaylaştırırlar.
Dört tarafı düşmanlarla çevrili bu cennet vatanda, uzun yıllar boyunca tabular denizinde yüzdük durduk. Otoriter devlet kafası tabu üretmekte ne kadar mahirse, toplum da onun üstüne kapanıp, koruyup kollamakta o kadar uysal gözüküyordu.
Bugün düşününce o yıllarda ne tartışıyormuşuz diye merak etmiyor değilim. Kıbrıs politikası, Kürt varlığı, Atatürkçülük, ordumuzun kahramanlıkları/ Cumhuriyeti koruyup kollama sorumluluğu, Ermeni sorunu, Atatürk heykelleri/ büstleri/ resimleri/ gençliğe hitabesi, taşra şehirlerimizin Cumhuriyet ya da Atatürk caddelerinde sahnelenen işgalden kurtuluş törenleri, temsili düşmanların süngülenmesi ritüelleri, 10 Kasımlar, soğukta titreyen çocuklar, her sabah hep bir ağızdan Türklüğe feda edilen minik bedenler, sıradan futbol maçlarından önce olanca detonelikle okunan milli marşlar ve tabi koca koca insanların kürsülerden savurduğu abuk sabuk yeminler… Daha neler neler…
Hepsi tartışma dışı kutsallarımızdı.
Devlet ve devlete köleliği merkez aldığı için “merkez medya” sıfatını gururla taşıyan endoktrinasyon/sansür/yasak basını, toplumsal düşünce hayatımızın her köşesine bu mayınları döşemişlerdi. Üstüne basarsanız uçardınız. Hem de üniformalılardan önce siviller uçurabilirdi sizi.
Küçük bir gevezelik yapayım: 90’lı yıllarda Ankara’da 100’den fazla işyeri bulunan bir iş hanının yıllık kat malikleri toplantısına katıldım. Bilirsiniz, bu toplantılarda bina temizliği/gürültücü komşular/ açılış kapanış saatleri ve tabi en hararetli biçimde de aylık aidat miktarları falan tartışılır. Elimize bir gündem tutuşturulmuştu. Birinci madde; ” Atatürk ve kurtuluş savaşında hayatını kaybeden şehitler için bir dakika saygı duruşu”…
Söz aldım ve bu maddenin gündemden kaldırılmasını talep ettim. Toplantımızla Atatürk ve milli mücadelenin bir ilişkisi olmadığını; bunun, mesela bir beyaz eşya mağazası açılırken patronun gözünü kol saatine atıp açılışa gelenleri “Atamız için” bir dakika saygı duruşuna davet etmesi kadar tuhaf olduğunu söyledim. Şaka yapıyorum zannettiler. Ciddi olduğumu anladıklarında salon uğuldadı. Uzatmayayım. Oylama yaptırmayı başardım! Sonucunu yazmıyorum…
Bu ülkede yıllarca en pespayesinden soygun düzenine dönüşmüş yapı kooperatifleri, toplantılarını saygı duruşlarıyla açıp marşlarla kapatmıştır.
Bu ülkenin harika bir köşesinde; Ayvalık’ta, bütün halka her Cuma ve Pazar akşamı bayrak törenleri yaptırılmış; sokaklarda, meydanlarda, meyhanelerde hoparlörlerden İstiklal Marşı dinletilip ayakta saygı duruşuna zorlanmıştır. Bir kişi “bu belediye başkanı aklını mı kaçırdı” diye sormamış; “sol” parti adayı, belediye seçimlerinde oy isterken ” bu onurlu uygulamayı” sürdürmeyi vadetmiştir…
Bunların bir kısmı tarih oldu artık. Adım adım kırıldı tabular ve bu toplumun tartışmadığı konu kalmadı.
Ve kim ne derse desin, bu kendiliğinden olmadı.
Bu; sınırları ite ite; mayın bekçileriyle dalaşarak, zaman zaman onlardan dayak yiyerek ama yola devam ederek gerçekleşti. Gözümüzün önünde siyasi iradeler çatıştı… Bütün bu süreçte kimin nerede durduğunu toplum gördü. Kıbrıs deyince kimlerin zıpladığına; Kürt sesi gelince hangi çığlıkların atıldığına; Ermeni tehciri/ Dersim katliamı/ azınlık mülkleri üzerine tabular zangırdarken “özgürlükçü muhalefetin/’Hürriyet’çi basının” ne ses verdiğine yakından tanık olduk hepimiz.
Leyla Zana’ya “ağzına sağlık” diyorum. Berbat bir tabunun orta yerine bastığı için; Türkiye’nin nereden nereye geldiğini bir kere daha görmemizi sağladığı için ona teşekkür ediyorum. Eski Türkiye’nin eskimiş oyuncusu Baykal’a da sahneden çekilirken en sevdiği rol düştü: Köhne tabuların gergin yüzlü bekçisi…
Günlük gürültü patırtı içinde sahte özgürlükçülerin sesi hayli cırtlak çıkıyor olabilir.
Sakin durup; biraz yukarıdan yakın tarihe bakmakta fayda var.
Gerçekler orada gizli.
Kaynak:YeniYüzyıl