[11-12.5.2019] Arada sırada liselere konuşmaya çağrılıyorum. Sosyal bilimlere meraklı gençlerden bazıları, tarihin siyasete katkısı hakkında sorular soruyor. Tarihçinin böyle bir misyonu olması gerektiğini, tarihçiliğin bunun için yapıldığını (hattâ insanların bu yüzden tarihçi olduğunu) sanıyorlar.
Böyle bir şey olmadığını, olmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Son tahlilde sanat sanat için, bilim bilim için, tarih tarih içindir. For poetry makes nothing happen: it survives / In the valley of its making where executives / Would never want to tamper, flows on south / From ranches of isolation and the busy griefs, / Raw towns that we believe and die in; it survives, / A way of happening, a mouth. W. H. Auden’ın (yukarıda solda) kendi başına buyruk duyarlılığı, şiir gibi tarih için de aynen geçerlidir: “Çünkü şiir [tarih] hiçbir şeyi oldurmaz: sadece kendi kazdığı / Yöneticilerin asla bulaşmak istemeyeceği vâdide varolur; / Yalnızlığın çiftlikleri ve işgüzar kederlerden, / İnandığımız ve öldüğümüz o ham kentlerden / Güneye akar; korur varlığını, / Bir ağızdır, kendi başına bir vakadır.”
Tarihçiye görev biçilmez (biçilirse, tarihçi tarihçi olmaktan çıkar; benim geçmişte avukat-tarihçi dediğim kimliğe bürünür). Gerçek tarihçiyi merak dürter, harekete geçirir. Tarihçinin meslek ahlâkı gerçeği aramak, gerçeğe (yüzde yüz ulaşmak imkânsız olsa bile) olabildiğince yaklaşmaktır. Tarihin “siyasetin nedimesi” (handmaiden of politics) olarak görülmesi, 19. yüzyıl İngilteresi ve Victoria dönemine özgü bir yanılsamaydı. Çoktan sona erdi. 20. yüzyılın demokratikleşme süreçlerinde tarih ile siyaset giderek ayrıştı. Tarih özerkliğini kazandı. Gene bu arada, tarih (iktisadî tarih, sosyal tarih, kültürel tarih, günlük hayatın tarihi, aile tarihi, gençliğin tarihi, çocukluğun tarihi, mikro-tarih vb farklı yaklaşım veya alt-dallar üzerinden) o kadar da çeşitlendi ki, siyaset için kimin veya neyin, hangi dersleri çıkaracağı da belirsizliğe gömüldü. Gerek siyasette ve gerekse tarihte yaşanan ideolojik, teorik, paradigmatik çeşitlenme, herkes için aynı, (güya) objektif derslerin çıkarılmasını imkânsız kıldı.
Madalyonun diğer yüzünde, politikacılar ve devlet adamları da gene bir 19. yüzyıl şatafatıyla “tarihten dersler çıkarma” çalımından hayli uzaklaştı. Geçmişle bu tür bir aidiyeti koruma çabası, belki sırf aşırı milliyetçi ve/ya aşırı muhafazakâr akımlarla sınırlı kaldı. Demokrasinin ana mecrası içinde yer alanların ufkunu ise, habire ivme kazanan bugünkü hayat akışının sorunları kapladı. Çok reel bir anlamda, tarihten koptu, 20. yüzyıl sonları ve 21. yüzyıl başlarının siyaset söylemi ve anlayışı. Daha çok güncelliğe bağlandı. Dolayısıyla şu veya bu tarihçinin çıkarsayacağı derslere şu veya bu politikacının itibar etme olasılığı bu yüzden de giderek azaldı. Tarihçiler siyaseti düşünmez, politikacılar tarihçilere kulak asmaz oldu.
Kuşkusuz bunlar, tarihçilerin tarihten hiç ders çıkarmadığı anlamına gelmez. İsterseniz, ders çıkarmak değil de tekrarlanan örüntüleri (patterns), davranış kalıplarını, az çok düzenli sebep-sonuç ilişkilerini görebilmek, diyelim. Günümüz tarihçileri, genellikle siyasete yardımcı olmak için yapmaz bunu. Sırf kendileri için yapar, kendi profesyonel dikkat ve gözlem derinliklerinin bir icabı olarak. Yazarlar ve konuşurlar da. Öte yandan politikacılar, kendi zihinsel alışkanlıklarına, kültür birikimlerine, tembellik veya çalışkanlık düzeylerine göre dinler veya dinlemez, okur veya okumaz. Şu da var tabii: tarih/çilik devletin vesayetinden ve politikanın ataerkilliğinden giderek sıyrıldıkça, artan özgürlüğü ve gerçekçiliği içinde gördüğü örüntüler (= çıkardığı dersler) hele bir kısım politikacı için giderek tatsızlaşır. Okşayıcılık ve rahatlatıcılıktan uzaklaşır. Büsbütün kabul edilmez hale gelir.
Lord Acton’ın (yukarıda sağda) ünlü “iktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlak surette yozlaştırır” sözü bu tür rahatsız edici gözlem, genelleme veya derslerdendir örneğin. Bir diğeri de şu olabilir: En büyük zaferlerin mimarları, kurucu ve kurtarıcılar, millî kahramanlar dahi bir noktadan sonra mutlaka inişe geçer.
(Korkarım ben de böyle bir tarihçiyim. Altın kafeste bülbül değil, solda ve sağda herkes için giderek kulak tırmalayıcı bir karga sesi. Geleceği gören ama kimsenin inanmadığı Kassandra. Ne yapalım. Bu da bir tarih dersi: Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.)