Ana SayfaYazarlarTartışmalar

Tartışmalar

 

7-8 Haziran 2018] Bütün takdim-tehir ve hatırlatmalardan sonra, şimdi geliyorum, peşpeşe bu üç yazıyı bana yazdırtan asıl nedene.

 

                                                               *          *          *

 

Harika bir şey yapmıştı, biz 68’lilerin 50. Mezuniyet Yıldönümü’müzü düzenleyen komite. Hemen ilk güne, 31 Mayıs Perşembe öğleden sonra 14:30 – 16:30 arasına özel bir Vietnam oturumu koymuşlardı. Başlığını Vietnam Remembered – Personal Reflections On Our Past koymuşlardı (Vietnam’ı Hatırlamak – Geçmişimiz Üzerine Kişisel Düşünceler). Madalyonun bir yüzünde, böyle bir toplantı düzenlemenin gerekçesi açıktı: dün yazdığım her şey, yani savaşın bütün bir kuşağın hayatında o kadar önemli yer tutmuş olması. Madalyonun diğer yüzünde, buradaki inceliğe dikkat edelim lütfen. Bir, “kişisel” düşünceleri vurgulamışlardı, çünkü herkesin farklı görüşleri olabileceğinin son derece farkındaydılar; kendileri ise sonuçta politik bir mitingin değil bir Mezunlar Buluşması’nın organizatörleriydi ve demokratik kurallar çerçevesinde, ne kadar aykırı olursa olsun bütün yaklaşımların ifade edilebilmesinden sorumluydular. İki, olası bütün farklar, hattâ karşıtlıklarla birlikte, bu geçmiş gene de “bizim”di, bizim “geçmişimiz”di ve gene hem demokrasi, hem dürüstlük (doğru tarih/çilik) adına, bir vakitler hangi tarafta yer almış olursak olalım bir kuşağın ve sınıfın ortak tarihi olarak anlaşılması; herhangi bir boyutunu kâh şuna kâh buna göre silip sansür etmeye kalkmaktansa, olanca çelişkili bütünlüğü içinde hatırlanması gerekiyordu. 

 

Hemen altını çizmeliyim: fikirsizlikten ya da sahte bir tarafsızlık pozundan değildi bu; tersine, düzenleyicilerin de bu konuda hayli net bir duruşu olduğu apaçık ortadaydı. Esasen bu yüzden, bu münasebetle derlenip basılan bin sayfalık (abartmıyorum, net 1018 sayfalık) 50th Reunion Class Book (50. Mezuniyet Yıllığı) için, sınıf arkadaşlarımızdan Jacques Leslie’ye özel bir makale de sipariş etmiş, almış ve basmışlardı. Başlıbaşına bu, çok ciddî bir tercih demekti. Daha lisans yıllarında (Yale Daily News sayfalarında) gazeteciliğe yönelen Leslie, mezuniyetten sonra Los Angeles Times’a girmiş… ve 24 yaşında savaş muhabiri olarak gönderildiği Vietnam ve Kamboçya’da iki yıl geçirmişti. Mezuniyet Yıllığı’mıza The Vietnam War is Inside Us (Vietnam Savaşını İçimizde Taşıyoruz) başlığı altında yazdıklarında (ve sonra toplantıda özetleyerek tekrarladıklarında), tanık olduğu dehşeti hiç lâfını sakınmadan aktarıyordu. Dünkü yazımda değindiğim her şeyi bizzat, kendi gözleriyle görmüştü Jacques Leslie: Kaplan Kafesleri’nden kasları erimiş, vücutları çarpılmış çıkanları (çıkabilenleri), Amerikalı danışmanların gözetiminde Güney Vietnamlı askerlerce uygulanan elektrik işkencesinin kadınlar üzerindeki sonuçlarını… Viet Kong’un denetimindeki “kurtarılmış bölge”lere ilk giren Amerikalı gazeteci olmuş, bu arada yaralanmış, Güney Vietnam generallerince yürütülen bir kaçakçılık şebekesini deşifre etmiş… ve belki tahmin edilebileceği gibi, sonu Güney Vietnam makamlarınca ülkeden kovulmak olmuştu. Bir hükümet sözcüsü Jacques Leslie’yi sınırdışı etme kararını, yazdıklarının gerçeklere uygun olmamasıyla değil (anlaşılan sözcünün hiçbir itirazı yoktu bu noktada), “Vietnam Cumhuriyeti’nin yurt dışındaki imajına zarar vermesi”yle açıklamıştı.

 

Kısacası, Leslie’nin savaş hakkındaki kendi tavrı çok açıktı: “müstehcen” bir savaştı bu; yanlıştı, gereksizdi, haksızdı, sahadaki gerçekler konusunda Amerikan halkına sürekli yalan söylemek, kamuoyunu aldatmak, dezenforme etmek suretiyle sürdürülmüştü.  Öte yandan, titiz ve gerçeklere bağlı bir gazeteci olarak Leslie, kendi görüşlerini bütün sınıf arkadaşlarının görüşü gibi sunmaktan çok uzaktı. Mezuniyet Yıllığı’ndaki incelemesi için, bin küsur kişilik “1968 Sınıfı”nın askere alınıp Vietnam’a giden 68 mensubunu tek tek saptamış, Vietnam’da ölen iki kişi dışında diğerleriyle haberleşmiş, yazışmış, neler yaşadıkları ve düşündüklerini inceden inceye saptamıştı. Ben ne anladığımı kendi sözcüklerimle ifade edeyim; (bu çok küçük ve özel, elit örneklem içinde dahi) genel ve ilkesel bir savaş karşıtlığı yoktu Leslie’ye göre. Nitekim birçoğu gönüllü gitmişti, orduya ve Vietnam’a. Gene bir kısmı, donanmada, savaş gemilerinde veya Deniz Piyadelerinde, ancak isteyerek yapılabilecek üst düzey (özellikle istihbarat) görevlerinde bulunmuştu. Aralarında, muharebe meydanlarında kahramanlık gösterip defalarca madalya kazananlar da vardı (Leslie de, 31 Mayıs’taki Vietnam oturumuna katılan herkes de, “kahramanlık” deyimini insanların hangi tarafta ve ne uğruna savaştığından bağımsız olarak kullanıyordu — yani savaş kötü bir savaş olabilirdi, ama bu, birey olarak askerlerin kişisel cesareti ve yararlılığını gözardı etmeye neden olamazdı). Gelgelelim… nereden ve nasıl yola çıkmış olurlarsa olsunlar, 68’in Vietnam’da görev yapan Yale’lilerinin ezici çoğunluğunun geldiği nokta, yaygın bir hayal kırıklığıydı. Kimisi savaşın “gerçek yüzü” ve niteliğine tepki duymuştu, kimisi savaşın “yukarıdakiler”ce yürütülüş tarzına, kimisi “hatâ”lara, kimisi yalanlara, kimisi yolsuzluklara. Ama ister kısmî, ister daha yaygın ölçekte ciddî bir reaksiyon söz konusuydu. Buna karşılık sadece bir iki kişi, hem savaşın (yani dönemin resmî ideoloji ve siyasetinin), hem de savaştaki kendi rolü ve yaşam tecrübesinin yüzde yüz yanında duruyordu.

 

Jacques Leslie’nin bu dökümü gayet realistmiş — çünkü 31 Mayıs öğleden sonraki özel Vietnam’ı Hatırlamak oturumuna neredeyse bire bir yansıdı. Mezuniyet Komitesi toplantı prosedürünü bazı basit fakat çok önemli kurallara bağlamıştı. Amaç, aynen program broşüründeki başlıkta ifade edildiği gibi, herkesin “geçmişimiz”e ilişkin “kişisel düşünce”lerini dile getirmesine olanak sağlamaktı. Dolayısıyla özel panelist veya konuşmacılar diye bir şey yoktu, çünkü prensip olarak herkes konuşmacı olabilirdi. Müzik Fakültesi’nin ana konser salonunun girişinde dağıtılan kağıtlarda (bkz. yukarıda, en tepedeki resim), “Vietnam Savaşı’nın üzerinizdeki en güçlü etkisi ne olduysa” serbestçe dile getirmeniz öneriliyordu. İsteyen el kaldırıp söz isteyecek; mikrofon dolaştırılacak; herkes sadece bir defa ve 3 dakika süreyle konuşabilecek; en önemlisi, kimse “başka bir konuşmacıya cevap vermeye veya başka bir şekilde hitap etmeye” kalkmayacaktı (You may not rebut or address another speaker). Bu bir tartışma, münazara veya iktidar mücadelesi değildi; kazananı veya kaybedeni olmayacaktı. Düzenleyiciler kutuplaşmayı değil, sakin ve olgun bir atmosferde farklılık ve çeşitliliğin sergilenip kabullenilmesini amaçlıyordu.   

 

Öyle de oldu. 68 mezunları ve eşleri (bazen dul eşleri) dahil, tahminimce en az üç, belki dört yüz kişi katıldı Vietnam’ı Hatırlamak oturumuna. Sanırım en az otuz kırk kişi söz alıp konuştu. Bazıları 3 değil belki 4-5 dakika sürdü ama hiç bıktırmadı, moderatöre (Jacques Leslie) veya üçüncü kişilere “artık kesseniz” dedirtmedi. Çünkü kimse kötü niyetli değildi; mikrofonu ele geçirip bırakmamaya kalkmadı; konu dışına çıkmadı; bir tür korsan bildiri sunmadı; lâfını rastgele, başı sonu belirsiz biçimde yaymadı. Gene herkes, başkalarıyla tartışmaya girmeme kuralına kesinlikle riayet etti (ben çıkıncaya kadar tek bir ihlâl yaşanmadı bu konuda); herkes gerçekten ne yaşamışsa içtenlikle ve dili döndüğü kadar ifade etmeye çalıştı. Leslie bir tek kere müdahale etmedi. Hani kürsüde olabilirdi de, olmayabilirdi de. Zira âdetâ tümüyle moderatörsüz bir sohbet cereyan etti.

 

Bu çerçevede, ortaya çıktı ki büyük çoğunluk hiç sevmemiştir Vietnam Savaşını. Bir çizgiyi çok dikkatle çizdiler: askerlerin (askerlerimizin) dürüstlüğüne, fedakârlığına, kahramanlığına saygı duyuyoruz. Onlar görevlerini yapıyordu ve en iyisini yapmaya çalışıyorlardı. Ama (a) zaten savaş hep kötüdür; veya (b) özel olarak bu savaş kötüydü (gördüm ki kötüymüş); veya (c) kötü ve yanlış yönetiliyordu. En çok ilk iki tavır, hem de uzun uzadıya alkışlandı. 30 küsur üzerinden belki 5-10 kişi, denebilir ki ordu övgüsünü biraz ileri boyutlara taşıdı. Tek bir kişi, savaşın toptan lehinde konuştu (yazmıştı; okudu demek daha doğru olur). Sonunda yıkmayı başardığımız komünizme karşı verdiğimiz sayısız haklı ve doğru mücadeleden biridir, dedi. Kabul edelim ki Amerika’nın çıkarlarını ve temsil ettiği değerleri silâhlı kuvvetlerimizden başka hiçbir şey koruyamaz, ayakta tutamaz. Onun için geçmişte de, bugün de ordumuza, silâhlı kuvvetlerimize zerrece leke sürdürmemeliyiz. Bütün Amerikalılar bunun etrafında birlik olmalıyız. Aksini Amerikalılığa aykırı buluyorum…  Âdetâ 1940’ların sonları ve 50’lerin başlarının McCarthycilik cereyanından fırlamış, su katılmadık bir militarizm ve çıplak emperyalizm söylemiydi. Ama ona dahi en ufak bir müdahale olmadı, nezaketsizlik gösterilmedi. Dinleyici kitlesi beğenmezliğini çok az (en az) alkışlamak suretiyle sergiledi.

 

                                                               *          *          *

 

Bitti, çıktık. Yürüdüm yeşillikte sessizce. Kafam esastan (içerikten) çok usule (tarza veya biçime) takıldı. Ya da burada asıl öz, usul veya biçimin ta kendisi miydi acaba? Atilla Yayla’nın sürekli hatırlattığı bir husus vardı: Demokrasi öncelikle bir usul sorunudur. Türkiye’yi düşündüm ister istemez. Bir. Bütün farklılıklarımızla birlikte, gene de “geçmişimiz” diyebileceğimiz bir ortaklık var mı (kabul ediyor muyuz), içimize sindirdiğimiz? İki. Bizim de ideolojik çatılarımız altından konuşmak dışında bir varlık ve birbirimizle ilişki biçimimiz olabilir mi, olacak mı? Bu nasıl edinilir, öğrenilir?

 

Üç. Bu kadar özgür, sınırsız ve aynı zamanda sakin, olgun, kavgasız bir görüş sergileme egzersizini, şu topraklarda yaşanmış tarihin (tarihlerin) hangi büyük, travmatik, muhataralı  olayları hakkında yapabiliriz? 6-7 Eylül 1955? Tek Parti dönemi? Otoriter laisizm? Kontrgerilla? Demokrasisiz modernleşme? Ermeni soykırımı? MC hükümetleri? 1 Mayıs 1977? 1970’lerin sokak savaşları? Hangi konuda, şu veya bu ideo-politik çizgi dışındaki öznelliklerin serbestçe sergilenmesi suretiyle “tek doğru”nun yerini “çeşitli gerçeklik”lerin almasını göze alabiliriz? (Ve öyleyse dört. Biz tarih diye aslında ne öğretiyoruz kitaplarımız ve sınıflarımızda?)

 

Beş. Diyelim ki toplumun bütün alt-kimlik ve aidiyetlerinden derlenmiş böyle beş yüz kişiyi biz de bir salonda topladık; bir konu seçtik ve mikrofonu dolaştırdık; en fazla üç dakika konuşacak, sadece kendi görüşlerinizi dile getirecek ve kimseyle polemik yapmayacaksınız dedik… Kim, buna ne kadar uyar? Hoşlanmadığı fikirlere, nereye kadar tahammül gösterir? Küçük değil büyük harflerle konuşma ne zaman başlar, sesler yükselir ve nutuk atmaya dönüşür? Olay kaçıncı dakikada tümüyle dejenere olur? Âdâb değil âdâbsızlık galebe çalar? Televizyonlardan TBMM’ye kadar her yerde sayısız örneğini gördüğümüz karşılıklı bağrışma, lâf atma ve söz kesme faciaları bizim değişmez kaderimiz midir?

 

                                                                           *          *          *

 

Şimdi isterseniz Batı hayranlığı deyin benim bu kötümserliğime. İster alla franca’lık. İster Avrupa-merkezcilik. İster Oryantalizm. Vallahi aldırmıyorum. Artık canınız ne çekerse.

 

- Advertisment -