Önceki gün sabah, Karar’ın Reşitpaşa’daki binasında önemli bir misafirimizi beklemek üzere gazete yöneticileri ve bir grup yazar olarak toplandık.
Misafirimiz gece geç saatlerde Paris’ten dönmüştü ama erken saatteki kahvaltı randevusuna zamanında geldi.
Simit, iki çeşit peynir, zeytin ve çaydan oluşan gazetedeki kahvaltı masasında karşımızda oturan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’ydu.
Her zamanki gibi basın sözcüsü Murat Ongun’la gelmişti.
İmamoğlu, diyet yaptığı için önündekilere çok fazla dokunmadı.
Onu dinlerken, az önce masanın bir ucunda duran gazete takımındaki bazı gazetelerin “Ekrem”li başlıkları geçiyor insanın aklından.
Acaba İmamoğlu karşısında oturan Karar yöneticilerinin ve yazarlarının çoğunun 90’lı yıllarda Yeni Şafak’ı çıkarmaya başlayan ekip olduğunun farkında mıydı?
Yeni Şafak’ın yayına başladığı yıllarda da İstanbul yeni ve genç bir belediye başkanı seçmişti.
Hem devletin hem mevcut iktidarın pek hoşuna gitmeyen, beklenmeyen bir seçim olmuştu bu.
O yüzden yıllarca bunu bir türlü kabul edemediler, içlerine sindiremediler. Öfkelerini de çaresizce onun kişiliğine saldırarak gösterdiler. O genç belediye başkanından, uzun yıllar laik gazeteler “Tayyip” diye bahsetti. Hatta 2002’de partisi seçimleri kazandığında bile Erdoğan demeyi uzun süre zül saydılar.
Belediye başkanı iken de en küçük bir şans vermek istemediler. Attığı her adım eleştirildi. Başarısızlığı kutlandı. Hep mercekler üzerinde oldu. Zaten sonunda da uyduruk bir davayla sandalyesi altından çekildi.
İşte o yıllarda, bu medya ordusunun karşısında duran gazetelerin en önemlisi ve itibarlısıydı Yeni Şafak.
O gazetede bu tahammülsüzlüğe karşı demokratik bir mücadele vermiş isimler Karar’daki kahvaltı masasının etrafında oturuyor bugün.
Karşılarındaki yeni seçilmiş genç belediye başkanından da yine bir medya ordusu her gün “Ekrem” diye bahsediyor.
Aşağılanıyor, yok sayılıyor, her attığı adım takip ediliyor, yerden yere vuruluyor. En ufak bir şans payı, mühlet dahi verilmiyor.
17 yıldır AK Parti belediyesinin icraatlarını eleştirmemiş gazeteler, televizyonların projektörleri onun üzerine doğrultmuş durumda. Metrobüs durağındaki yığılma için TRT bile sabahın köründe duraklardan canlı yayınlar yapıyor. Belediyenin suyu neredeyse siyanürlü su muamelesi görüyor.
90’lardaki laiklerin “Tayyip” takıntısı, 2019’da muhafazakarların “Ekrem” takıntısı olarak geri dönmüş durumda.
Zaten hazımsızlık, demokratik tahammülsüzlüğün çıtası, 94 seçimlerinde sonra zamanın iktidarının dahi cüret dahi edemediği seçim iptaline kadar çıkarıldı.
Bir kere daha büyük farkla kazandı ama hala iktidarın bu sonucu içine sindirebildiği söylenemez.
Yokmuş gibi davranılıyor, onunla zor bela iletişim kuruluyor.
Deprem’de yaşanan davet krizi bunun son örneği oldu.
Olan biteni ayrıntılarıyla bir kere daha anlattı.
Zaten o krizin gelmekte olduğu, deprem günü ABD dönüşünde havaalanında Cumhurbaşkanı’nın yaptığı ilk açıklamadan anlaşılmıştı:
“Tabi Cumhurbaşkanı Yardımcımız Sayın Fuat Oktay başkanlığında, afet ve acil durum merkezi faaliyete geçmiştir. Onun koordinesinde kendileri de İstanbul'da bulunarak başta İstanbul Valimiz olmak üzere İl Jandarma Garnizon Komutanımız hepsi birlikte ilgili mercileri de yanlarına almak suretiyle bugün ve yarın bunları devam ettirecekler.”
Bunun siyaseten ne kadar sürdürülebilir olduğu meçhul ama İmamoğlu’nu yok saymak pek kolay değil.
Çünkü iletişim becerileri yüksek bir siyasetçi var karşımızda.
Kahvaltıda ilginç bir hatırasını anlattı. Daha Beylikdüzü’nde CHP İlçe Başkanı iken, AK Partili belediyenin iftar sonrası düzenlediği Ramazan etkinliklerinde AK Parti üye standı açınca, ısrar etmiş CHP için de üye standı açıp, başında oturmuş. Bunu ilçenin tanınmış, varlıklı bir ailesinin mensubu olarak yapmış.
Ramazan etkinliğinde, iftar sonrası CHP’ye üye olmak biraz tuhaf gelebilir.
Ama tam olarak İmamoğlu’nu iyi anlatan bir örnek bu.
Yani partisini farklı kesimlere, muhafazakarlara doğru açma çabaları bir seçimlik bir heves değil. Başarı kazandıkça, önyargıları, parti içindeki duvarları yıkıp, kendi yolunu açarak ilerlemiş.
Bu rahatlığı sadece Trabzonlu, ANAP’lı ortalama muhafazakar bir aileden gelmesiyle de açıklanamaz.
Aynı zamanda gençliğinden bu yana İstanbul’un her yerinde inşaat işleri ve lokantaları olan bir tüccar olmasıyla da ilişkili.
O yüzden ideolojik önyargıları yok, iş yapmak için kimliklere bakmadan ilişki kurmayı biliyor.
Şehirle ilgili ona perspektif kazandıran, kendisine memleketi Trabzon’u bile gezdirmiş Ermeni bir mimar olduğunu (Zakarya Mildanoğlu) söylerken, İSMEK’te Kürtçe Kursları düzenlemenin ne kadar doğal olduğunu anlatırken, Beylikdüzü’nde bir mimari yarışmayla yaptırdığı cemeviyle duyduğu gururu aktarırken, Eyüp Sultan’daki mevlitte Yasin okumasının hikayesini, eşinin bu yüzden onu ne kadar eleştirdiğini paylaşırken aynı kişi var karşımızda.
Belediye tiyatroları repertuvarından Necip Fazıl, İskender Pala ve Mustafa Kutlu’nun eserlerinin çıkarılmasıyla ilgili Karar yazarlarından gelen eleştirileri dinlerken, bu hassasiyetlerinin henüz birlikte çalıştığı ekibinde yerleşmediğini anlıyoruz.
Bu haberi gazetelerde okumuş. Toplumsal kesimlerin hassasiyetlerine dokunan benzer hataları engellemek için çalışma arkadaşlarından siyasi olduğundan şüphelendikleri bütün kararları kendisine danışmalarını istemiş.
İstanbul’a nasıl bir iz bırakmak istediğiyle ilgili soruya cevap verirken, büyük inşaatlarla bir iz bırakmak istemediğini öğreniyoruz. “İstanbul inşaata, yapıya doydu” diyor.
İki alanda kendi izini oluşturmak istiyor; Yeşil alanlar ve deprem.
Kemerburgaz’da, Maslak’ta belediye görevlilerinin hatta vatandaşların uyarılarıyla devasa büyüklükte, belediyeye ait olan ama atıl durumda bırakılmış ormanlık alanlar keşfetmişler. Bunları halka açmaya hazırlanıyorlar.
“Park dediğin disiplin içinde dikilmiş ağaçlar, oturma grupları değil, kimliği olan, yapılacak sporlara göre dizayn edilmiş bir doğal alan” derken millet bahçelerine gönderme yapıyor.
Ama birinci önceliği deprem.
Daha son İstanbul depremi olmadan, yıllarca birlikte inşaatlar yaptığı babası üç günde bir onu arayıp, “her şeyi boş ver deprem için ne yapıyorsun onu anlat” diyormuş.
Kasım ayında büyük bir deprem toplantısı yapmayı planlarlarken denbu deprem olmuş. Kandilli, İTÜ’den uzmanların da içinde olduğu bir grupla acil hazırlıklar üzerine bir çalışma yürütüldüğünü öğrendik.
İstanbul’un deprem hazırlıklarının sadece deprem sonrasına yönelik olmasına karşı kızgın. Bakanların yaptığı “Her şeyimiz hazır, dört dörtlük” benzeri açıklamalara da. “Deprem öncesine ilişkin yapılacak çok iş var” diyor. Maalesef anlattıklarından bu işlerin uzun süredir ihmal edildiğini, deprem sonrası ile ilgili simülasyonların vahim olduğunu öğreniyoruz.
Üç saat süren kahvaltılı sohbetten Eyüp’teki AK Partili belediye başkanını ziyaret için masadan kalkıyor. AK Partili belediyeleri ziyaret edip, ilişki kurmaya çalışıyormuş. “Ben de ilçe belediye başkanlığı yaptım, sıkıntılarınızı bilirim, başkanların işini kolaylaştırmak istiyorum” diye onları motive etmeye çalışıyormuş ama işi kolay değil. AK Partili ilçe belediye başkanlarının da bu iletişime ihtiyacı olduğu açık, buna istekli olduklarını da anlıyoruz ama birlikte görünmekten yine de çekiniyorlarmış.
Çünkü karşılarında sadece Büyükşehir belediye başkanı değil, hala affedilemeyen bir başarı göstererek, AK Parti hikayesinin doğduğu kaleyi düşürmüş bir siyasetçi var.
Ve muhtemelen bu da, daha uzun bir siyasi rekabetin başlangıcı olacak. O yüzden onun İstanbul’da başarılı olmasına ya da başarılı görünmesine siyaseten tahammül yok.
Çıkışta bir sürprizle karşılaşıyor. Gazeteye girerken onu görenler birbirine haber vermiş, çevrede oturanlar, ev halleriyle çıkışta gazetenin etrafında toplanmış. Fotoğraf çektirmek isteyenler, alkışlayanlar…
İktidarın da epey yardımıyla, karşımızda bundan sonra ister sevin ister sevmeyin, siyasette adından çok bahsettirecek, bir hikayesi ve aurası oluşmuş bir isim var artık.
Ülkenin en büyük şehrinde iki kez milyonlarca insanın onayını almış meşru bir belediye başkanını yok sayarak da bir yere varılamaz.
Valiye kayyım belediye başkanı gibi bir rol vererek iktidar çatışması yaratmanın kaybedeni İstanbullular olur. Bu tarz tahammülsüzlüklerin, medya kampanyalarının faturası da iktidara yazılır.
O yüzden daha yolundan başındayken, başta Ankara’dakiler olmak üzere herkesin İstanbul’un iki kez seçilmiş bir belediye başkanı olduğunu kabul etmesi, bu gerçeği içine sindirmesi gerekiyor. Eleştiri, denetleme de ancak bu asgari saygı yakalandıktan sonra etkili olabilir.
Yoksa 90’larda laiklerin “Tayyip” takıntısının sonucu malum, “Ekrem” takıntısının sonucunun benzer olmaması için hiçbir sebep yok.